Açık Mutfak

AÇIK MUTFAK

Reçellerimizi yaptığımız mutfakla, lafladığımız salonun arasındaki duvarı yıktırdık, yerine açık mutfak yaptırdık. Yemeğin kokusu salona, salonun sesi mutfağa doldu.

Muhabbetimize siz de buyurmaz mıydınız?


  • 2009 dan beri attığın adımı anlat, merkezine onu al, bakışların yerdeyken ayaklarına yapıştır sırf o istiyor diye.sonuç; ellerimiz önümüzde bağlı bir nişan ve yine yıllarca beklemek onun çizdiği çizgide.
    ah be adam seni yıllarca hiç zorluk çıkarmadan uzaktan uzağa bekleyen bendim, yediğim yemeği canın çeker diye söylemeyen bendim, yemek yeme düzenini sana göre ayarlayan arada kilometreler olmasına rağmen bendim.
    sen şuan saçma sapan dayatmaların mecbur kıldığı askerliğini yapıyorsun.tam 63 gün oldu ve ben gittikçe eriyorum oradaki yastığın rahat değildir, susadığında temiz cam bardakta soğuk su içemezsin diye.
    ama ağlamıyorum diye ben yar olmaktan uzaklaşmışım.ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlarmış.
    63 gündür camdan dışarı dahi bakmadan sana buralardan bir defter tutup yazıyorum her saniyemi yine sana bildiriyorum.nefes alıp hava almıyorum.
    pek müstakbel bazıları 63 gündür her hafta gıybet gününde, doğum günü partilerinde, tatil planları yapmakta ve bir fotoğrafını görünce seni hatırlayıp ağladı diye
    ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar.
    2009 kasımı itibari ile kendini öldüren zîn oldum senin için.
    çok daha iyi bir evlilik, yaşam standardı, düşünce standardı yüksek bir hayatım pekala olabilir.
    bu benim elimde ve ellerim ellerindeki ömrünü bitirdi.
    sen ütopyomdaki mem olmuşsun ve ben o ütopyodan artık çıkmaya karar verdim.
    benim ütopyomdaki mem için helvanı iftara yetiştireceğim.
    ve ben artık beni merkez alarak atlatacağım seni.
    ağlarsa kimin ağlar gerisi neyine yanar….

  • KORK BENDEN

    ” Abi yanına yaklaşılmıyor ki!
    Ne desek bir cevabı var.
    Yapıştırdı yine lafı.
    Dövecek gibi baktı.”

    Korkutan kadın olmayı biz seçmedik bunu aşkla şevkle büyük bir iştiyakla isteyen sizsiniz. Sizin bütün korkutuculuğuna, yıpratıcılığınıza, kullanıcılığınıza, kendinizi beğenmişliğinize karşı geliştirilmiş bir tepkidir bu. -Biz korkacağımıza siz korkun-olayının yaşantıya dökülmüş halidir. Çünkü biz korkmak istemedik hiç. Çiçekli şiirlerimiz olsun, kuşlardan, bulutlardan, kadife saçlarımızdan bahsedilsin istedik. Şimdi ne yapacak,ne söyleyecek,ne düşünecek acaba tedirginliğiyle şüpheler kafesinden bakmak istemedik ki. Ama siz kadınları hep o kafeslerin ardına ittiniz. Vazgeçilmez bildiniz kendinizi. Vazgeçemeyiz sandınız. Vazgeçmek istemeyiz sandınız.Sözünüzün üstüne söz söyleyemeyiz sandınız. Oysa yıktık artık kendi içimizi. Çiçekli şiirlerimizi de bulutlu kadife saçlarımızı da buğulu dalgın gözlerimizi de kendimize sakladık. Yaklaşılmaz olduk, yaklaşanı yakar olduk. Kadını naifçe anlamadınız korkutarak anlatır olduk. Lan dedik, ulan dedik. Bir zamanlar kurduğumuz afili, menekşe kokulu, gelincik dokulu cümlelerimizi de korkuttuk. Gelmez oldular. Oysa ne gerek vardı bunlara. Bu yüzden;
    Sizinle aynı işleri yapabiliyor oluşumuzdan, bir çoğunuzdan daha becerikli oluşumuzdan, siz iki lafı bir araya getiremiyorken bloglarda yazıyor,insanlara konuşuyor oluşumuzdan, kitaplara sığınıyor oluşumuzdan,kendimizi ispata gerek duymadan başarılı oluşumuzdan korkun.Sevgimizden bile korkun.
    Bizi kaybetmekten değil, artık sevmekten korkun. Sevememekten de korkun.
    Valla korkun siz ya.

  • İNSAN VE EŞEK / EŞEK VE İNSAN
    İnsan1: -Bizim bahçedeki odunları toplayıp uzak bir yere götürmem gerek, eşeğinizi bu günlüğüne ödünç alabilir miyim acaba?
    İnsan2:-Eşeğim mi tabii ama, önce kendisine sorup fikrini almalıyım.
    İnsan1: -Ne! eşeğinin fikri mi var?
    İnsan2: – Bu öyle eşeklerden değil okumayı bile biliyor.
    İnsan1: – Bilsin canım eşek, eşektir nihayetinde. Bizle boy mu ölçüşecek! Ha ha haa…
    İnsan2: -“Ya hu kardeşim sen kendini ne sanıyorsun “at” falan mı!” der bana. “Hayır ben at değilim insanım” desem “insan olsaydın önce fikrimi sorardın” der sonra bana. İnan dostum, onu görünce yine insan olduğuma beni utandıracağını şimdiden hissediyorum. En iyisi, buyur gel gidelim, sen ona soruver bir zahmet.
    İnsan1: -“Ya hu hepimiz bir değil miyiz şu dünyada… Birbirimize destek olalım. Ne gerek var gurur yapmaya!” desen olmaz mı şu eşşeğe. Şimdi beni bir eşekle muhatap etme, gözünü seveyim.
    İnsan 2: -Pekala, senin için, ona odun taşımasının mümkün olup olamayacağını soracağım.
    Ahırın kapısına kadar gider ama bir türlü eşeğe o soruyu sorası gelmez. Bir eşek karşısında bu kadar ezik olmamak gerektiğini söyler ona bir iç ses. Olur ya bir gün eşek başlar ona odun taşıtmaya. Bir korku kaplar içini ve sonra teselli eden bir duygu belirir: “Olsun… Bu güzel eşek için her türlü fedakarlığa değer…” diye söylenirken yine bir kaygı belirir: “ İnsanlar ne der sonra kendisi hakkında…” sonra yine bir iç ses: “Otoriteyi kaptırmamak lazım!” der. Böylece, İnsan 2, eşeğine soruyu yöneltemeden tekrar komşusunun yanına döner.
    İnsan2: – Pekala dostum, eşeğim odunlarını taşıyacaktır merak etme. İnsan 1: Teşekkürler, İki saat sonra onu getirir misin buraya?
    İnsan2: Tamam, gönderiyorum iki saat sonra.
    İnsan 2, eşeğinin yanına gider ve der ki : -Bir komşumuzun bizim yardımımıza ihtiyacı varmış, istedi ben de kabul ettim, gidelim mi?
    Eşek: -Nasıl bir yardım istedi öğrenebilir miyim?
    İnsan2: Basit ya bildiğin iş: odun nakletme işi işte.
    Eşek: Neden kabul etmeden önce bana sormadın “taşır mıyım bu yükü?” diye?
    İnsan2: Ama ben senin iyilik yapmayı isteyeceğini düşünmüştüm. Sen iyilik yapmayı seversin. Hem çok ağır olmayacak yükün.
    Eşek: – İyilik yapmayı kendi irademle olursa isterim. Birinin benim hakkımda karar vererek bana danışmadan iyilik yaptırmaya kalkışmasını kişiliğime yapılmış bir hakaret olarak görüyorum. O kadar emek veriyorum sana ey sahip! Gözünde hiç mi değerim yok! Ah!.. Kişilik mücadelesi vermek zorunda kalmayacağım bir dünya düşlüyorum… Böyle kişiliksiz yaşamaktansa öleydim daha iyiydi.
    Yaptığı emrivakinin boşa çıktığını gören İnsan2, keyfi kaçmış bir şekilde komşusunun yanına gider ve der ki:
    -Benim eşeğin inadı tuttu, iyisi mi, nerede o odunlar? ben sana taşıyayım…
    Komşusuyla beraber odunları gün batana kadar beraber taşımaya başlarlar:
    İnsan 1: -Sen bu eşeğe okumayı öğretmeyecektin, gözü bir kez açıldı mı sana kafa tutmaya başlamış. İnsan 2: Doğru diyorsun, eşek önce eşekliğini bilecek.
    İnsan 1: Ona altın bir eğer alaydın belki her dediğini yapardı.
    İnsan 2: Bu eşek onurunu altına değişmez ki…
    İnsan 1: Öyleyse iyi bir sopayı hak ediyor bu eşek, yoksa bu gidişle her dediğine isyan edecek.
    İnsan 2: Öyle güzel sürmeli gözleri var ki üzülüp gözyaşı dökmesine kıyamıyorum.
    Odunları taşıma işi bitene dek bir sessizlik sürer…
    Sonra bir içses, hiç cevap almaya pek ümidi olmadan İnsan2’ye şunu sorar: -Bu eşeği daha büyük aşağılamalardan hatta dayak yemekten koruyan gerçekte nedir? Güzellik mi? Onur mu? Akıl mı? Bilgi mi? Kibir mi? İsyan mı? İnat mı? Gelenek mi?

  • Metruk bir binada bekliyordu. Beklediği cismaniyete bürünmüş birvarlık değildi. Birisine kızdığında bütün dünyaya nasıl kayıtsız nasıl umarsız kaldığını hatırladı orda. Yalnızlığı öyle ihtişamlı ve muazzamdıki hatırlamak istediklerinde en ufak bir zorlanma olmadan-hatırlananlar sanki sıraya girmişcesine teker teker üşüşüyorlardı zihnine.. Zihni çok berraktı..hadiselere yeni yeni anlamlar yüklüyordu…
    metruk bina öylesine eski öylesine yaşanmışlığı yoğun bir yerdi ki buna rağmen ordaki hiçbir şey zorlaştırmıyordu yaşadığı anı..
    insanlardan uzaklaşmak-kaçmak-hepsini geride bırakmak-anlaşılmamaya mola vermek-acılarını sevmek-kendine merhamet etmek için gelmişti buraya..günler öncesinden keşiflere başlamıştı..geçtiği yerlerden dönerken aynı yolu kullanmadı..aynı olan bir şeyi görmeye tahammül edemeyecek kadar hassastı…birara gözü gökyüzündeki martı topluluğuna takıldı..yolda yürürken devamlı surette gözü gökyüzüne takılı yürürdü..bir keresinde tanımadığı adamın biri gökyüzüne bakıp martının süzülüşüne gülümsediğini görünce-bu deli mi manasına gelecek bi bakış fırlattı..gülümsedi.insanlara olan iğrenmesi bir kat daha arttı..
    insanlarla zoru vardı hep.insanlarla zoru olmayan biri yoktu..ama diğerleri menfaatin zorunu güderken-o insanlığın zorunu güdüyordu..
    istiklal caddesinde kalabalıkla bütünleşik yürürken bütün bakabileceği yüzlere baktı.tüm verileri notladı.adam sevgilisine şehvetle bakarkenki notu da iliştirdi zihnine-tiksindi-bir çocuğun koşmak isterken büyük büyük adamların bacaklarına vuruşunu not etti-gülümsedi
    bir kız ilişti gözüne yere basarken adımları korkaktı-sanki vücudu cezbeye tutulmuşcasına savruk-üzgün ve boş bakıyordu-gidip sarılmak istedi sıkıca-vazgeçti-üzüldü
    birini ararmışcasına bakıyordum.birini-onu-hayatını kavrayacak birini-hayatımı kavrayacak birini-leb demeden lebideryayı anlayacak birisini arıyordu-leblebiyi değil-zordu anladı ilk defa sokakta yüzünü öne eğdi-
    metruk binayı bulduğunda ilkistiklaldeki insan manzaralarını hatırlamıştı.ilk ordan başlarsa çabuk biter zannediyordu.öyle olmadı.

  • Biz bu her şeylerin neresindeyiz hanımlar?

    Onur Ünlü’nün Sen Aydınlatırsın Geceyi adlı filminde Ali Atay’ın canlandırdığı Cemal karakteri ‘’Biz bu her şeylerin neresindeyiz Yasemin?’’ diye soruveriyor . Sahi hanımlar biz neresindeyiz bu her şeylerin?
    Yıl 2015, 21. yüzyıldayız, teknoloji epey ilerledi. Çevirmeli telefonlar yerini İphone’lara, Galaxy’lere bıraktı. Sadece telefonlar değil birçok şey gelişti, televizyonlar olsun, beyaz eşyalar olsun. Bir biz değişmedik. Toplumu değiştiremedik kendi değişimsizliğimizden.
    Geçenlerde resmi nikah zorunluluğu kaldırıldı belki görmüşsünüzdür. Evvelden dini nikah kıyılabilmesi için resmi nikah kıyılması gerekiyordu, AYM marifetince kaldırıldı o şart. Bu ne demek peki? Bu şu demek, koca koca adamlar el kadar kız çocuklarıyla evlenebilecek demek. Yani çocuklukları ellerinden alınacak demek. Bazı adamlar burası müslüman bir ülke tek din, tek bayrak diye bağırıyorlardı. Tane tane anlatacağım, iyice anlaşılayım istiyorum. Müslümanların dini İslam’dır. İslama göre birey ergin olmadan; yani fiziksel ve zihinsel açıdan evliliğe hazır olmadan evlendirilemez. Kitabı bilmek lazım önce, atıp tutmadan.
    Barut fıçısı gibiyim bunları yazarken, çok üzgünüm, kırgınım. İnsanları sadece insan olarak algılamayıp, dinlere, ırklara, mezheplere bölenler yüzünden. Hem ırkçı olup hem müslüman olunmuyor. Bakara: 213: ‘’İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi. Beraberlerinde hak ile kitap indirdi ki, insanlar arasında ihtilaf ettikleri noktada hakem olsun. Bunda da sırf kitap verilenler kendilerine bunca delil geldikten sonra tuttular, aralarındaki ihtiras yüzünden ihtilafa düştüler. Bunun üzerine Allah onların ihtilaf ettikleri hakka, izn-i ilahisiyle, bu iman edenleri doğrudan doğruya ulaştırdı. Öyle ya Allah dilediğini doğru yola çıkarır.’’ Bu ayeti sayfalarca anlatmak isterim ama özetlemek durumundayım; ihtirastan kasıt bu üstünlük olayı. ‘’Affedersiniz Ermeni.’’ ‘’İsrail dölü.’’ Örnekleri çoğaltmak mümkün. Allah bölünmenin doğru olmadığını birçok yerde söyler. Ali İmran: 103’te Allah’ın ipine sıkıca tutunun, bölünmeyin, fırkalara ayrılmayın denir. Allah bu kadar ayrılmayın diyorsa bizim herkesi kategorize ediyor olmamız hatalı değil mi? Cinsiyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik ve hatta herkesin vicdanıyla Allah arasında olan inanca göre?
    Dedim ya toplumu düzeltemedik diye. 18 yaşında bir kız çocuğu boğularak öldürüldü. Tecavüz bulguları olduğundan bahsediliyor otopsi raporunda. 3 kişi gözaltına alınmış. Aslında toplum gözaltına alınmalı. 143 kadın cinayeti işlendi bu yıl. Biz neden kadınlarımızı öldürüyoruz? Hanımlar biz neden müsaade ediyoruz? Biz bu cinayetlerin, bu şiddetin, bu tecavüzlerin neresindeyiz? Çocukluktan henüz çıkmış insanlar ölüyor biz ne yapabiliyoruz? Bir annenin, bir babanın ciğerine ateş düşüyor biz ne yapabiliyoruz? Hükümet gereken tedbirleri almıyor, uygulanabilir yasalar hazırlamıyor, koruyamıyor. Biz canımızı, bacımızı emanet ediyoruz ama koruyamıyor işte.
    Dava sonuçlarına bir bakıyorsunuz tahrik indirimi, takım elbise giydiği ki bu da mahkemeye saygıyı gösterir yine indirim, mağdur mağdur açık giyindi yine indirim, rızası vardı yine indirim. El kadar çocuğa tecavüz et sonra rızası vardı de. Hadi o davar diyor, mahkeme bu adamı kale alıp neden ceza indirimi yapıyor? Özgecan’ın davasında ağlayıp, pişmanım deyip suçu birbirlerinin üzerine yıkmaya çalışan 3 canavar da indirim almak için ayak yaptılar, çünkü biliyorlar ağlarlarsa, pişmanım derlerse indirim alabilirler. Örnekler var. Fakat bu sefer adaleti hakkıyla temsil eden insanlara denk geldiklerinden bekledikleri olmuyor. Geçelim bu ağlamaları deniyor. Umarım örnek teşkil eder.
    Toplumun formata ihtiyacı var, hepimize sağlam bir ayar çekilmeli. Olan biten karşısında hakkımızı aramamız gerek. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Susmayalım. Sustukça ölüyoruz, biz sustukça tedbir alınmıyor. Şiddet devam ediyor. Yürüyüşlere katılın. Bir hayat kurtarmak tüm insanlığı kurtarmak gibidir der kitap. Ve birini haksız yere öldürmek tüm insanlığı katletmek gibidir. İnanın inanmayın bu önemli değil, önemli olan insan olmak evvela. Gerisi kişiyle yaratıcı arasında. Ama susmayın, yalvarırım susmayın, hakkımız olanı alıp bu cinayetlerin sonu gelene kadar mücadele edelim, hep birlikte omuz omuza.

  • İSLAM BEYEFENDİLERİ
    İslam beyefendileri;
    1- Sokakta yiyip, içmezler. Ağızlarını açıp kapamaları ya da dondurma yalamaları cinsiyetçi tasavvurları akla getirdiğinden değil, kul ve göz hakkına girmekten korkmalarındadır. Kebap salonlarında masayı donatırken de bu hakkı düşünürler.
    2- İslam beyefendileri, toplu taşımalarda asla oturmaz, kadınlara yer verirler. Metrobüslerde köşe kapmaca oynayıp ellerine tesbih alıp “estağfirullah, bu kadınların da hali fecaat” demezler.
    3- İslam beyefendileri, açık-kapalı bayanları, bir başkasının mahremi diye değil, o kadınların kişilik hakları gereği süzmezler. Kutsal kitabın kendileri için emrettiği “gözlerini koruma” ayetine sıkı sıkıya bağlı kalırlar. Özellikle yaz aylarında kaldırım taşlarından kaldırmadıkları gözlerini topuklu giymiş kadınların görünen görünmeyen yerlerinde dolaştırmazlar.
    4- İslam beyefendileri, daracık kot pantolonlar giymezler. Göğüs kaslarını belli eden, göğüs kıllarını dışarı fırlatan açık düğmeleriyle kadınları etkileyemezler, diğer erkekleri kendilerine özendirecek derecede vücutlarını teşhir etmezler.
    5- İslam erkekleri azıcık parfüm sıkarlar yahu.! O nasıl bir kokudur Allahımm! (Koku kadına haram denmiş erkeğe değil. Buna rağmen kadın, ter kokmamak için parfüm kullanır. Bir düşünün kul hakkını!)
    6- İslam beyefendileri, yazın kısa kollu tişörtler, gömlekler giymezler. Tepeden tırnağa kapanmış ve üstelik ayaklarında da ‘sandalet’ olmayan kadınlarla empati kurarak, onların yaşadıkları zorlukları düşünerek bundan haya ederler. Hele parmak arası terlik, kapri gibi şeyler hiç giymezler.
    7- İslam erkekleri, açık renk, cırtlak, prafan renkli giyisiler giymezler. Onların görünürlükleri kadınlara göre daha “meşru” olsa da, hemcinslerinin arasında özenti olmasın diye yaz kış siyah giymelidirler. (terletmeyen vakko gömlek filan zinhar!! Ama, müslümanlar üzerinden para kazanan çakma markaları kullanmalarında bir beis yoktur, para yahudiye gideceğine, 3 katı fiyatla kandırıkçı firmalara gitsin daha iyi!)
    8- İslam erkekleri, ribanın yasak olduğu bir dinin mensupları olarak bankalarda, finans merkezlerinde çalışamazlar. Ailelerine evlatlarına haram para yediremezler. Kapitalist sistemin tüketim alanları olan gazeteler, reklam ajansları, pazarlamacılık vs gibi yerlerde çalışamazlar. Gerekirse gider su satarlar ama bu merkezlerde çalışmaları caiz değildir…
    9- İslam erkekleri; aşçılık, terzilik, ütücülük, tasarımcılık, temizlik, doktorluk ( hemşir-hemşirelik, dahiliye, jinekolg), gibi kadın meslekleri olan mesleklerde çalışamazlar. Kadınlara özenip onların elinden bu meslekleri alamazlar. Ayıptır…
    10- İslam erkekleri oğullarını ve kızlarını küçük beyefendiler ve küçük hanımefendiler olarak yetiştirmek için kendilerini terbiye ederler. Bencil, benmerkezci, emeğe hoyrat davranan, hizmet bekleyen, keyif ehli olmayarak çocuklarına örnek olurlar.
    11- İslam erkekleri, çalıştıkları yerlerde mini etekli bayanlarla 5 yıldızlı otellerde toplantılara katılamaz, aynı masa etrafında oturamazlar. Hele 7 yıldızlı otellerde zinhar…
    12- İslam erkelerinden patron olanlar… burada yazılacak çok şey var geçiyorum…
    13- Son olarak İslam erkekleri türedi, sonradan görme, şımarık olan kadınları 10 kere eleştireceklerine, dönüp İslam erkeklerine bakarak en azından 1-2 yazı yazarlar…
    Vesselam…

  • Biz misafir ağırlamayı severiz. Eşimin arkadaşları ve benim arkadaşlarımla klasik bir buluşma genellikle eve yemek daveti oluyor. Bu ikimizin de yemek yemeyi ve yapmayı sevmemizden kaynaklanıyor.

    Yemek yemeyi hep sevdim. Kadınların söylemekten korktukları bir cümle. Erkekler ne kadar da rahat “Yemek yemeyi severim” diyebiliyor. Yemeyi sevdiğim için yapmayı da sevdim. Bu yüzden eskiden beri feminizmle ilgili kafamdaki kavga yemek üzerinden olmadı. Yemek yapmak bir esaret hissi uyandırmadı.

    Feminizm, eşitlik, evlilikte kadın erkek eşitliğini hep farklı düzlemlerde kafamda sorguladım. İş, maaş eşitliği, çocuk yetiştirmedeki saatlerin bölüşülmesi vs.

    İlginçtir ki feminizmde kadınlar için yemek çatışma alanım olmadı. Halbuki bize okulda, kitaplarda hep Batı’daki kadın erkek eşitliğinin üç düzlemde sorgulandığını söylemişlerdi. Yanılmıyorsam Almanca’dan gelen 3 K (Kinder, Küche, Kirche- Çocuk, Mutfak ve Kilise) Sanırım bizim düzlemlerde cami/din üzerinden de kadınların bir mücadelesi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

    Benim düzlemimdeki bir K eksik. Başka şeyler ekli. Bir vesileyle Simone De Beauvoir’ın Kadın: İkinci cins kitabını okudum. Sanırım bu yüzden bu mevzular bu aralar kafamda çok dönüyor. Birşeylerde ikinci sırada ve ikincil olmaya mahkum olmak çok düşündürmeye başladı beni.

    Konuya dönüyorum, misafir ağırlamayı severiz. Eşim mutfakta bana dönüp mutfakta “ikincil olmanı istiyorum. Pek ayağıma basma. Burada yamaklık yapacaksın, şu domates rendelensin hemen, henüz çorbayı bitirmedik” dedi.

    Mutfakta ikinci olmak neden insanı rahatsız etmez. Etmeli mi etmemeli mi? Hayır ne münasebet canım mutfak benim alanım desem feminist arkadaşlar beni kulüpten atarlar mı? Peki mutfağı sevemez miyim? Yemeyi ve yemek yapmayı sevdiğim için mutfağın bana ait olmasını isteyemez miyim? Bir sürü soru döndü kafamda. Sonra muzipçe güldüm ve cevap vermedim. Hoşuma da gitti. Sanırım bu mutfağın geleneksel olarak 3 K’dan birisi olmasıydı. 3 K’den birisini bir erkeğin sahiplenmesi ve seni o alandan menetmesi… Aman Allahım! Şimdi de bu alanlar için mi yeni bir direniş başlatacağız kadınlar olarak dedim kendi kendime :))

    Mevzu daha da ilginç bir hal alıyor. Karmaşıklaşıyor. Sanırım bu bizim kendi kafalarımızın karmaşasından.. Biraz “herkesin hayatina kimse karisamaz” tadinda bir kafa karisikligina ilerliyoruz

    Yemek yapmaya devam ediyoruz. Menü uzun. Bir yandan Simone De Beauvoir’ın İkinci Cins kitabını anlatıyorum. Normalde dinler. Ama misafirler gelecek ve yemekler yetişecek telaşında.. Beni dinlemiyor. Önce su havuclari dogra da ondan sonra anlat feminist kitabini diyor. Tekrar 3K’nin bana ait oldugunu hatirliyorum. Havuclari doğruyorum..

  • Kaldırılan Kaşlara İthafen
    ne zaman öğreneceğiz seksin ne olduğunu? kim öğretecek? bu sorular henüz 15 yaşındaki karışık kafamı daha da karıştırmakla kalmıyor, zorluyor da. günlük hayatımızda sürekli kullandığımız metrobüs, metro duraklarında ya da herhangi bir caddede, sokakta gözlemlediğim iğrenç bakışlar her geçen gün daha da tetikliyor bu merakımı. belki ben yanlış biliyorum ancak bu seks dediğimiz cinsel birleşme olayı genellikle arada oluşan bir bağ sonucu gerçekleşen ve her iki tarın da isteğiyle olan bir şey. Türkiye üzerinden değerlendirmek gerekirse, ülke genelinin İslam dinini benimsediğini hesaba katarız ve nikah olmadan gerçekleşen birleşmenin yasaklanmış olan zina kategorisinde bulunduğunu da görürüz. peki nasıl oluyor da erkekler gördükleri her kadını baştan aşağı süzüp bu süzüşü uzun süreler içerisine yayabiliyor? bununla da kalmayıp düşüncelerini nasıl eyleme dökebiliyor? bir hayat nasıl olur da cinsellik üzerine kurulur? benim için acı olan durum bunun yalnızca erkekler diye genellediğim insanlar için değil de babam için dahi geçerli olması. tabii insan oturup da konuşamıyor babasıyla. diyemiyor “sen ne ediyorsun adam?” diyemiyor… fakat ne yalan edeyim içim gidiyor. babamın neredeyse her gördüğü kadını önündeki arabanın fren yapma olasılığını hesaba katmaksızın süzüyor oluşu ve her yanlışa baş kaldıran anamın da buna ses çıkarmayan hali zoruma gidiyor. sonra sürekli babam ile birlikte dolanan kardeşime müdahale edemeyişim, sonra ileride kendi oğluma nasıl sahip çıkacağım, sonra korkularım… “sevgili kültürümüz”ün içinde bulunan şeyler bunlar sanırım. nakış nakış işlenmişler. bunu en güzel anamın tepkisizliğinden anlıyorum. işlenmişi bozmak bize mi kalıyor, bozabilir miyiz bilemiyorum ancak şuna inanın beyler sizin sandığınız ve benim şahit olduğum gibi her metrobüs kapısı açıldığında sıkışan kapı önü insan topluluğunun içerisinde bulunan kadınların hoşuna falan gitmiyor dip dibe girmek. bakışlarınıza maruz kaldığımızda kaldırdığımız tek kaşımız sert bir mizaca soksa da bizi buna mecbur kaldığımıza yanıyor içimiz. selametle…

  • Ara Ki Bulasın
    Yıllar sonra ne olur Allah bilir ancak şu an aynaya baktığımda kararsız karmakarışık bir benle karşı karşıyayım. Karar veremiyorum nerede olacağıma nerede yaşayacağıma ne yapacağıma? Bizi o kadar çok kandırmışlar ki! Herkes kendince bir mutluluk tanımı yapmış allayığp pullayıp önümüze koymuş. Paketin ışıltısından içindeki kokuşmuş gerçekliği görememişiz. Sorarım size arkadaşlar? Nedir mutluluk? İnsanı hayatta mutlu eden nedir? Para mı? Aşk mı? Dostluk mu? Küçük bir sahil kasabasında sakin bir hayat mı?
    Üç dört ay öncesine kadar bu sorunun kendimce cevabı başarılı bir akademisyen olmak, mutlu bir evlilik yapmak ve huzurlu bir yaşam sürmekti. Kader tecelli etti. Kendimi ve dünyayı sorguladığım bir döneme girdim. Yaşadığımız bu hayatların anlamı sadece ömrün boyunca mutluluğu garantileyecek yollar aramaktan ibaret miydi yani? Peki ya sonrası? Ölüme bir nefes kadar uzağız halbuki. Ve bu dünya hayatı sonsuz hayatımızın yanında küçücük bir saatçik bile etmiyor. Öyleyse niyeydi bu telaş nereyeydi bu koşuşturma? Özellikle İstanbul’daysanız eğer metrobüste tıkışıp kalmış insanlara bakıp bunlar üzerinde düşünmeye çok fırsatınız oluyor.
    Kalifornya sendromu diye bir tabir var psikolojide. Haz merkezci insanların düştüğü ağır depresyon durumunu ifade ediyor kısaca. Bizler Kaliforniya burjuvalarıyız. Zengin elitlerden olmasak da kapital dünyanın bize dayattığı haz-merkezci yaşamın minik birer kölesiyiz. Daha iyi giysi(ler), daha iyi ayakkabı(lar), daha iyi telefon(lar), daha prestijli bir meslek… Bize mutluluğu paketleyip sunuyorlar. Her birimiz daha gerçekten neyi isteyip istemediğimizi düşünme şansını bile bulamadan kendimizi bir girdabın içinde buluyoruz. Modern köleliğin boynumuza taktığı zincirleri birleştirsek dünyayı üç defa dolaşabilecek durumda haberimiz yok.
    Oysa ”La ilahe illallah – Allah’tan başka ilah yoktur.” demek Allah’tan başka tüm kölelikleri reddetmek demek değil mi? Yanlız Allah’a kul olarak diğer tüm kulluklardan azad olmak… Kalbimize bir soralım kaç tane halka var boynunuzda?
    İşte kafam bunun gibi milyon tane soruyla kuşatılmış durumda. Yakında mezun oluyorum. Bu zamana kadar önüme getirilen paket mutluluklara aldandım. Şimdi ise hepsini reddedip yeni bir başlangıç yapma zamanı. Arayış güzeldir, bulabilene.
    Dua ile…

Zehra Nur Canpolat için bir cevap yazın İptal Et