Reçellerimizi yaptığımız mutfakla, lafladığımız salonun arasındaki duvarı yıktırdık, yerine açık mutfak yaptırdık. Yemeğin kokusu salona, salonun sesi mutfağa doldu.
İnsanın, insandan nefret ettiği, kadının erkekten, erkeğin kadından, çocukların başka çocuklardan nefret ettiği bir dönemdeyiz. Herkese ve her şeye karşın bir nefrettir büyüyor içimizde. Gün geçtikçe dallanıp budaklanıyor ve içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Nefret söylemleri her yanımızı sarmış. Cümlelerimize başlarken bile güzel temennilerimizin ardından ötekileştirici bir ‘’ama’’ ifadesi zuhur ediyor. Denir ya ‘’İnsanların ama kelimesinden önce söylediklerinin hiçbir önemi yoktur.’’ Diye. Evet öyle. Gerçekten de öyle.
Lise yıllarımda şu an bulunduğum çevrem ve ortamımdan çok farklı bir çevre içindeydim. O zamanlar başörtülü değildim. Şehir merkezine çıktığımda parmağımla sayabileceğim kadar az başörtülü insan görürdüm. Biri de benim annemdi. Muhafazakâr olarak adlandırabileceğim bir ailede büyüdüm. Lise yıllarımda bunun beni çok kısıtlandırdığını düşünürdüm. Katı kurallarla yetiştirilmemiş olmama rağmen ailemin ufak tefek kuralları bana batardı. Tabi o zamanlar asiyiz ya! Ergenliğimiz de üstümüzde. Çok ağır bir ergenlik geçirdiğimi hatırlamıyorum fakat canım annemle çok inatlaştığım hala aklımda. Aileme bir o kadar bağlı bir o kadar da özgür olmaya çalıştığım ergenlik yıllarım. Şimdi aklıma gelince özlediğim zamanlar olduğunu bile söyleyebilirim. Çünkü en azından daha çocuksun ve arkanda senin yerine dünyanın tüm sıkıntısını üstlenecek bir ailen var. -lütfen bu son cümle ailenin senin yerine her şeye karar verme lüksü var olarak anlaşılmasın.-
Babam..
Bir İlahiyat hocasına göre -İlahiyat hocalarının fazla katı olduğunu düşünenler olduğu için bu ifadeyi kullandım.- beni asla yönetmeye çalışmayan babam.
Babam ile aynı okuldaydık ve benim derslerime giriyordu. Bu beni ilk başlarda tuhaf hissettirse de daha sonraları inanılmaz keyif aldığım bir durumdu. Düşünsene okulda seni herkes tanıyor! Harika. Hocalardan torpillisin falan. Şaka bir yana, okulda babamı görmeyi severdim. Babam motor kullanan, bilimsel gelişmeleri takip eden ve öğrencilerine nasıl ulaşabileceği ile ilgili sürekli kafa patlatan birisiydi. Okulumuzdaki bazı aydın(!) dediğimiz hocalar ve aydın kesimin evlatları bayılırdı babam ile uğraşmaya. Kendisi gibi düşünmeyenlere tahammülü olmayan, fırsat buldukça babama laf atmaya çalışan ancak asıl laf attıklarının babam değil de İslam olduğunu bilmeyen bir sürü insan. Hepsinin üstesinden gelebiliyordu ve hepsine verecek bir cevabı vardı babamın. Gayet sakin, gayet edeplice. Saldıranlara inat gayet düzgünce.
Üniversiteye başladığım yıl başımı örttüm. Beni görenler şu soruyu sorarken muazzam keyif aldılar,
‘’ Baban mı istedi?’’, ‘’ O mu ört başını dedi?’’, ‘’ Sana baskı mı yaptı?’’
Aman Allah’ım! Başımı örttüm diye babamı hiç tanımayanlar sadece İlahiyat hocası olduğunu bildiklerinden damgayı yapıştırmışlardı. Ben ne kadar ‘’ Tabi ki hayır! Bu benim kendi isteğim, kendi hür irademle aldığım bir karar!’’ desem de onlar bunu anlamayacaklardı.
Elbette ki ailemin dindar yapıda olması beni etkilemiş olabilirdi ancak ben istemedikten sonra zorla başımı kapattıracak bir aile ferdim yoktu evimde. İnsanlar dindar olanların tutucu, geri kafalı, moderniteden anlamayanlar topluluğu olduğunu falan düşünüyorlardı, hala etkisini kaybetmiş değil bu düşünce tarzı. Oysa ki bu konuda babamın bana dediği tek şey bunun ‘’Allah’ın emri’’ olduğuydu. Ve ben bunu lise yıllarımda da biliyordum. İçselleştirerek ve benimseyerek, isteyerek yaptığım şey yüzünden yargılanıyordum gereksiz insanlar tarafından. İnsanların kendi özgürlüğüyle karar verdiği durumlardan dolayı yargılanmasını kabullenemiyorum ve kabullenmeyeceğim.
Hiç unutmam.
Daha yeni kapandığım zamanlardı, birkaç ay olmuştu ve memleketime gitmiştim. Lisede çok sevdiğim bir hocam vardı, ben onu görünce çok mutlu olmuştum ta ki bana,
‘’ Bu halin ne?’’ diyene kadar.
Kalakaldım öyle. ‘’ Ne varmış hocam halimde?’’ diyebildim.
‘’ Ne bileyim okulda böyle değildin ya’’ sonra biraz yanıma sokularak,
‘’ Baban mı istedi yoksa?’’ Ne dersin şimdi buna, üzülür müsün, güler misin?
‘’ Hayır hocam ben kendim istedim.’’
Bu konuşma sonlanmasına sonlanmıştı ama üstünden 2 yıl geçmesine rağmen unutmuyorum. ‘’Sen şöylesin! Sen böylesin!’’
‘’ Sen busun!’’
‘’ Sen siyahsın!’’
‘’ Sen şuna mensupsun!’’
‘’ Senin baban da böyleydi!’’ Sanırım benim durumuma en çok uyan şu son cümle. Birbirimizden nefret etmeye programlanmış gibiyiz. Ne zaman bu hale geldik, ne zaman önyargılarımız aklımızı ele geçirip bizleri yönetmeye başlar oldu bilmiyorum. Sosyal hizmet okuyorum ve ayrımcılığın yaşanmadığı alan olmadığına sürekli tanık oluyorum. Mültecilere, göçmenlere, çocuklara, kadınlara, yaşlılara, evsizlere, gençlere, başı örtülülere, başı açıklara, Müslüman olanlara, Müslüman olmayanlara…
Daha sayacak çok şey var, bizim görmediğimiz, bizim duymadığımız kim bilir daha neler var…
Anlamadığım ve anlamayacağım bir nokta da şu maalesef, ‘’ İnsanların hadlerini bilmeden başkalarının işlerine karışmayı çok sevmeleri’’
Bizim meslekte müracaatçının kararlarına bağlılık diye bir etik kod vardır. Buna ‘’ Self-determinasyon’’ denir. Yani ‘müracaatçının kendi kaderini tayin hakkı’. Dezavantajlı durumdaki insanları güçlendirmeye çalışırken bile biz meslek elemanı olarak karşımızdakinin kararına saygı duyuyor ve ona göre hareket ediyoruz.
Şimdi toplumda kendini başkalarının üzerinde hak sahibi olarak görenlere sesleniyorum,
Kadınları kontrol etmeye çalışan erkeklere,
Mültecileri pazarlamaya çalışan insan tacirlerine,
Çocukları çalıştıran, onların getirdiği üç-beş kuruşa el koyan merhametsizlere,
Müslüman olmayan ölen masum insanlara sevinenlere,
‘’Siz kendinizde nasıl bir kudret görüyorsunuz da tek ve biricik olan insanın hakkına gasp ediyorsunuz?’’
Keşke herkes sevebilse herkesi,
Keşke sadece sevebilsek ‘’Yaradan’dan ötürü Yaradılan’ı.’’
Balığın Karnı
—————
Allahım
değişmek istiyorum süratle
akmak. koşmak
doğru bir yöne
her yöne
şöyle kollarımı açarak devinerek uçarak
en dipten geçip midemde zıplamalarla koşmak istiyorum
Allahım sana senin konuş dediğin dilde yazarak
Sana seni sevmeyi daha çok duyarak
beş yaşımın kocamanı gibi kocaman
kocaman sevmeyi kalbime nakış nakış
işte öyle, bir koltuğun tepesinde durabilmenin zevkiyle
selamla muhabbetle
şu anki dehşetimden uzak
rızaya kavuşarak
öyle bir koşmak istiyorum güzel şekilli yaşlar damlayarak
gözlerimden
Allahım
ölmekten korkmam
ve korkmam yaşamaktan
hep aynı sebepten
kimse söylemiyor korkmak için mi buradayım
Korkmamayı öğrenmek için mi
bir şeyler öğrenmek için mi buradayım Allahım
şöyle hemencecik bir zemine hemencecik örtünerek uzanmak Allahım
şöyle gözlerim habersiz kapanarak sükûnetle
şöyle adaletten daha fazla merhamet yerini bularak
şöyle en sevdiğim müziklermiş gibi dopdolu bir hisle
şöyle eden meleklerin idrakiyle
şöyle koşmuşum sana, sevmişim sevilerek de nefes nefese
ama sakin, ama mutmain
tutarsız
şöyle gözlerimden güzel kristalli yaşlar akarak
ellerim yavaş yavaş soğuyarak Allahım ruhum çekilerek ebedi ılıklığa
kirpiklerim sevgi sözcükleri gibi ıslanarak
tırnaklarım bir daha kirlenmemecesine
kimse değmemiş de ilk toprak değmiş gibi bedenime
şöyle hemencecik bir zemine örtünerek uzanmak Allahım
usulca sana uyursam
Allahım ölmekten korkuyorum, yaşamaktan da
hangi şiir neden şiir kim şiir kimin şiir Allahım
korkuyorum.şiir.
kavle hıyanetim olursa diye her şiir
elime dökülen her yaprak günah
her yüzük her kitap
yerimi göğümü işgal eden her plastik
ciğerimdeki her aşksız duman
Allahım
korkuyorum şiirler sonum olacak
halbuki şöyle yavaşça ölmenin
ah bilsem cennet mekan!
uyanıp uyanıp kavuştuğu sular murdar olan
Hay Allah hijyenik
Hay Allah içim bir garip
gördüğüm yere bakmak istemiyorum
televizyonlar Allahım, televizyonları suçluyorum.
şimdi ruhuma fatiha okuyacakları yere
şimdi fosfor bombası
şimdi Allahım
abdestsiz adamlar
Allahım abdestli adamlar insansız hava aracı
Allahım balığın karnına imrenen bir kadın oldum affet!
Allahım karanlığa öykünmem korkudandır merhamet!
Allahım suçluluktan öleceğim
Allahım suçluluktan ölemiyorum.
Allahım hakları helal et.
şöyle kucaklaşarak
şöyle coşku ve az biraz gürültüyle
şöyle bedenim sarsılarak
şöyle mahcup tebessümlerle sarsılarak
şöyle koşarak birbirine
kaçarak Allahım şer bildirdiğinden
eşref-i kaçak olarak en dişi ve erkeğinden
kaçarak hapisten
kaçarak habisten
kaçarak şeytanın sevgililerinden
Allahım ruhuma fatiha
Allahım yalnız sana kulluk ederek
Allahım yalnız senden yardım dileyerek
Allahım hidayetine koşarak
Allahım hidayetine kaçarak misketlerden kaçtığımız gibi
Allahım mayın tarlasında geçtiğimiz gibi geçerek reklamların arasından
Allahım sana
Sana!
Allahım kadınlığıma kulluk katarak
Allahım amin
Allahım adalet
Allahım rahmet
Allahım affet
Allahım basitim, zemine usulca uzanıp gözlerimi kapatmak istiyorum
Niçe okumadan yapmak istiyorum bunu Allahım
kalbime isyan bulaşmadan bir daha aşktan canım yanıp
ruhum incinmeden Allahım
Allahım çocuk fotoğrafları
Allahım mevzuyu biliyorsun
Allahım kan.
Allahım örtüme sıkıca sarınarak
bakışlardan uzak
Allahım senin bakmanla var olarak
Allahım sen hep bakarsın
Allahım bize baktın
Hamd Allahım, hamdın arasına incecik sızan şikayet Allahım
şikayetçiyim Allahım safsızlaştıran adamın bedduasından
Allahım çok yalnızım
Allahım herkes çok yalnız.
Allahım sesimiz var akordumuz bozuk
Allahım kendine zulmedenlerden olduk
elimizin ayarı bozuk Allahım
bakışımızın ahengi bozuk
Murphy, ihtiyacım olduğunda piller bozuk
piller bozuldukça Allahım yenisini takıyorum
kendimi değiştiremiyorum Allahım
değişmek istiyorum
Cebrailin kanadı Allahım
Rasulün duası Allahım
Sana ulaşan ne varsa
Allahım söz
Allahım dua
Allahım ben dua ettim
Allahım beni dua et.
beni affet.
Allahım onları affetme.
Allahım bizi affet.
Allahım bize muhabbet!
Allahım sen benim gözyaşımı benden iyi bilirsin
Besmelesiz yaşlarımı ben sana anlatamam Allahım
Allahım benim gözyaşlarım hep resim ve müzik
Allahım ağladıklarım biraz ten biraz şiir
Allahım bu gece ortadoğuluyum
orta neresi bilmiyorum Allahım!
bu gece herkes ya kuzeyli ya güneyli
ya doğulu ya batılı Allahım bu gece herkes bilmekte
bu gece tanbur değil saz
bu gece gözüme kan durdu Allahım
öyle kesif, şöyle uzanıversem
bu gecenin hakkı niyaz
bu gece nefesi dar bir ortadoğuluyum Allahım
Allahım değişmek istiyorum süratle. değiştir bizi Allahım.
Allahım yalvarırım
Allahım hayra tebdil!
Senin yaşın geçiyor artık.
Evde kaldın kız sende 🙂 !
E hadi artık sıra sende.
Yok mu bir şey?
Darısı başına
Her gün kaç tane kız bu şiddete maruz kalıyor acaba? Evet, bunun adı artık şiddet! Mahalle baskısı, akraba baskısı, konu komşu, ana baba baskısını çoktan geçti. Düğün sezonları bitmek bilmeyen çilenin başlangıcı. Aman bir yakınınız evlenmeye görsün ardı arkası kesilmeyen temenniler ve sorular baş gösteriyor hemen. Fakat biz bıktık artık! Darısı başınadan da bıktık, sıranın bize gelmiş olduğunu hatırlatmanızdan da. Yok mu bir şey diye sorduğunuzda yok demekten de bıktık. Evet, bizim yaşımız geçti, hatta evde kaldık!
Siz sadece evlenecek olan çiftlerin mi stresli olduğunu düşüyorsunuz? Hayır. Asıl stres ortamdaki ‘yaşı sınırda olan bekâr’ da gizli. Az sonra maruz kalacağı bakışların ve soruların stresi altında ezim ezim eziliyor zavallı. Korku filmi gibi. Her seferinde hayırlısı demekten gına gelmiş olan bekâr, bu sefer susma hakkını kullanmak istese o da olmuyor. Hemen arkasından ‘ Âmin desene kız ’ diye lafı yapıştırıyorlar. Âmin demek zorundasın çünkü. Yoksa evde kalırsın falan maazallah. Teyze, abla, yenge, kardeş artık her neyse sana ne ya sana ne!
Biz çok bıktık! Biz diyorum çünkü biliyorum ki bu durumda olan birçok kişi var. Hayatında evlenme fikrine yer olan her bekâr, muhakkak bir gün doğru kişiyi bulduğunda o yola girmeyi düşünüyordur. Fakat parasını verip pazardan salatalık, domates alıyormuş gibi her gördüğü bekârın suratına o klişe soruları indiren ahali can sıkmıyor, cinnet geçirtiyor artık. Senin kızın ya da oğlun evlendi diye ben de evlenmek zorunda mıyım? Demek ki ben doğru kişiyi hala bulamamışım. Olmamış, uymamış, uygun düşmemiş. Üstelik sen bana bu soruları sorunca ben doğru cevabı da bulamayacağım. O yüzden o lanet olası çeneni kapat ve altınını takmaya devam et dostum!
Hele aile içinde sizden daha küçük biri evleniyorsa burada film kopuyor, gerilim artıyor ve imbd’den 9 puan almaya aday oluyor. Sizi öyle bir hale sokuyorlar ki, kıskanıyorsunuz efendim. Evet, çünkü siz evde kaldınız! Kısır yemekten kafaya giden kablolar yanmış telaş yapmayın.
Evlilik hakkında yorum yapacak yetiye de sahip değilsinizdir. Çünkü siz bekârsınız bi kere tamam mı! ‘ Ay sanki bi kaç kere evlendin he ’ cümlesini duyduğunuz an ‘ Senin evli olduğun bir dünyada ben bekâr kalmak istiyorum ’ diyebilseydik keşke. Ama işte olmuyor, sonuçta annen gözlerini dikmiş bakıyor. Gel de laf sok!
Bütün bunlar çok canımı sıkıyor. Fakat boğazıma yapışan bir durum var ki o daha beter. Potansiyel bekâr olup, her yerde bir başka bekâr ile eşleştirilmek. Üstelik alakalı, alakasız. Acaba alnımda ‘ kim olursa olsun yeter ki erkek olsun’ falan mı yazıyor! Alçak gönüllü olmak bazen karşı tarafta gereksiz özgüven yaratabiliyormuş onu anladım.
Bazen evlensem de kurtulsam diyorum. Darısı başınadan, imalı bakışlardan, hayırlısı demekten hepsinden kurtulsam. Şöyle içten bir Oh be çekerim artık. Evliliğin manasını bilmeyen, koca buldumcuk tiplerin ‘e hadi artık sende’ demeleri yok mu bide! Canım ya kocişinle mutluluklar diliyorum sana gölge etme başka ihsan istemem.
Dini hassasiyeti olan ve İslam’ın gerektirdiği ölçülerde evlenmek isteyen kızın dramına hiç girmiyorum, onunki tam bir felaket. Çakma modernist akrabaların çözüm önerileri dudak uçuklatır cinsten.
Lütfen bütün iyi dileklerinizi ve temennilerinizi alıp yanımızdan uzaklaşın! Bu işler nasip kısmet onu da bi öğrenin.
Merhaba Reçel günlüğüm
Sana yazmaya karar vereli çok oluyor aslında. Ama günlük telaşelerden sıyrılmak zaman aldı epey. Madem dökeceğim sana içimi usulünce olsun istedim. Ve güne ayva reçeli yaparak başladım. Her günün bir duası vardır ya benim de her günün sabahında üşenmeden yapıp mini kavanozlarda sakladığım, vakti gelince de sevdiklerimle paylaştığım reçellerim var. Bu sabah yaptığım ayva reçeli de enfes oldu doğrusu. Önce dolaptan rengi sarılardan sarı iki ayvayı alıp güzelce yıkadım, pakladım. Mini küpler şeklinde doğradım. Ardından yarıya böldüğüm limonu üzerinde gezdirdim ki kararmasın. Şekeri ise göz kararı serptim üstüne. Üstünü geçecek kadar da su ekledim. Yalnız ayvanın çekirdeklerini de unuttum sanma. İşin sırrı işte orada. Aldım elime çeyizimden bir tülbendi, kıyamadım önce kesmeye ama işlev hatıranın önüne geçer ya kimi zaman. Kestim el kadar bir parça. Koydum çekirdekleri içine. Yorgan ipliği ile de düğümü sıkıca attım ki içindeki dışa özünü esaslıca versin. Böylece rengin sarıdan bordoya dönüşümünü izledim, güneşin doğuşundan batışına tanıklık eder gibi. Veee çağrışımın gücü adına! Ahmet Haşim dizeleri döküldü zihnimden tencereye.” Yârin dudağından getirilmiş bir katre alevdir.” üç dal da karanfil. İşte şimdi işlem tamamdır. Sevgili reçelim kaynadıkça, saldıkça rayihasını tüm eve, çocukluğum geldi gözümün önüne ya da lafın doğrusu burnumun sızısına. Annem. Elleri öpülesi, ayakları başa taç edilesi Sultanım. Hayat ona Hz. Eyüp’ün sabrını bahsetmiş gerçekten. O da sabırla işlemiş yaralarını kanaviçe gibi çocuklarının uğraşıyla. Kendime ait “mutfağımı” dolduran bu eşsiz koku bak nelere kadir sevgili günlük. Sadece annem değil bu ayva aromalı parfümün bana bahşettiği. Sevimli mi sevimli bir fotoğraf da aynı zamanda. Buzdolabım gittiğim şehirlerin magnetleriyle doludur. Antep, Çanakkale, Roma, Amsterdam, Paris, Cidde, İstanbul. Ama gel gör ki cancağızım, kalbimin başkenti annem ve babamın beni kucakladığı o fotoğraf aslında. Ben 13 aylıkken çekinmişler o mutluluğun resmini. Sol yanımda kalbim, yani annem. Sağ tarafımda ise babam, kıymetlim. Ortada da annesinin çiçeği, babasının Nur’u. Yani ben. Hani Bediuzzaman der ya insanın ilk ve en etkili mürebbiyesi annesidir diye. Evet kesinlikle öyle. Ama kendimcesi insanın çocukluğunun Sinan’ı anne ve babasıdır. İkisi birlikte inşa eder hayat boyu, durmaksızın evladının yaşamını. Şimdi oğlum Yusuf Enis’i büyütürken anlıyorum tüm bunları. Zorlandığım anlarda çaresizliğime Hızır olan mutlu geçirdiğim çocukluğum oluyor. Allah’a ne kadar şükretsem az. Onlara bugünlük teşekkürüm ise sabahki ayva reçelim. Babamın dimağına, annemin de kalbine iyi gelir dedi internet dede. O zaman Şeyh Galip’ten gelsin şu iki dize,
Hoşça bak ailene ki zübde-i âlemsin sen
Merdum-u did- i ekvan olan annesin sen. Ha bu arada ayvanın reçelime dâhil etmediğim çekirdekleri, Yusuf Enis’le ektiğim beyaz saksıda, baharı bekliyor filizlenmek için. Bir çekirdek de boynumdaki kar kapaklı kolyenin içinde. Öyle…
Sevgili günlük
Portakal kokulu bir günden merhaba sana. Reçelimin yapımı için birçok internet sitesine girdim çıktım. Ekrem Muhyiddin Yeğen ‘in kitaplarını da karıştırdım. İstedim ki sadece netsel değil direkt kitabi bilgiler de olsun içinde ama sanırım reçel tariflerini fazla kadınsı bulduğu için kitaplarında yer vermemiş bahsi geçen zat. Ay fazla mı feministim ne Çok pardon ya, benim içim fesat. Niye öyle bir gündemi olsun ki adamcağızın. Yazmış sunmuş işte yemek tarifleri dünyasına. Derine inmeye ne gerek var. Yaptığım analizler beni o güzelim Sezen Aksu şarkısına götürdü. “Analizi sentezi yok mu ne?” Sentez yaptım tabii ki. Sonuçta edebiyatçıyız. İntihal deformasyonu var zihinde. Referans verme zahmeti yerine kendim olmayı seçiyorum çoğunlukla. İnsanları zorlasa da. Boğaziçili bir gelin olarak yaşamın benim için çok zorlaştığı anlar oldu. Referans kaygım yüzünden insani ilişkilerim zarar gördü. Neyse ki mezuniyetimin 4. sene-i devriyesinde aştım bu sorunu. Ne diyordum sevgili günlük? Hah, tamam. Sentez. Peki. Kendimce bir portakal reçeli tarifi tasarladıktan sonra geçtim ocağımın başına. Yemek tanrıçam Lezaiz de göz kırpıyordu bana. “Seni aşçı görünümlü femme fatale senii.” dedim ona. O da, Sizin âlicenaplığınız efendim. İlhamlarımla emrinize amadeyim sultanim’ dedi bir cariye edasıyla. Kabul gördü zat-ı aliyelerimden. Önce portakalları soyup ‘ohh suyundan’ da koydum tencereye tavaya. Haşlandılar bir 5 dakika kadar. Sonra süzüp kuruttum. Minik minik doğradım dünkü ayvalar gibi. Sonra tülbentle sardığım limon çekirdekleri ve portakal kabuklarıyla birlikte şerbeti kaynatmaya başladım. Birden Aker marka tencereme takıldı gözüm. Aklıma bir kadın giyim markası olana Aker geldi tabi önce. Hanım zihniyetimin tuzu kurusun. Esasında moda sevimli bir alan. Ama şeytani tarafları da yok değil hani. Tutkunun, obsesyonun Nirvana’sına tırmandığı bir mecra orası. Fazla detayı yorar zihnimi de ben kendimce ufacık bir telkinle sıyrılayım bu tehlikeli alandan! Maazallah akla zarar. Ey cemaat-i müslimin az biraz mütevazı olun canim ya. Nedir o marka yarışı alla seversen. İlk sözüm size ey Hanımlar, kadınlar meclisinin azade ruhları. O markayı eşarbın içine saklayın bakayım! Gözüm görmesin bir daha. Ve siz beyefendiler o daracık kotların yerine az biraz mahrem yerinizi örten pantolonlar giyinin olmaz mı? Evlatlarınıza asr-ı saadetin mütevazılığini sunun ey aile-i der-saadet mensupları. Tıpkı âlemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa gibi. Ha bu pek geçer akçe değil mi? O halde ulu önder Atatürk ne demiş ona bir kulak verelim: “Ben Müslüman’ın sade giyinenini severim.” Bu da mı tutmadı? Alevi derviş Nefti alsın o zaman sazı eline ve dökülsün müziğin evrensel tınısı zihnimize. Melaye Ceziri divanından şiirler yetişsin hevallere. Son sözü ise Mevlana söylesin; Birlik olun ey canlar. Birlik olun. Bir olun. Bir. B. b. Arapça b. . . Artık şerbetiyle mayalanabilir portakal hamurum. Offffff.. Devrelerim yandı sanırım. Reçel de cıvık oldu bu sefer. Dünkünün kıvamından pek eser yok. Neyse yarın demlerim onu bir ara tekrar. Bayss.
Bu satırlar mektuptan da ziyade biraz iç döküş. Bu sebeple sitem, öfke vb barındırabilir bunu baştan söyleyelim ki okumak istemeyen abilerimiz okumasın.
Bu sitemler bu seslenişler sizlere sevgili ağabeyler, amcalar ve hatta dedelerim. Sizlerin gözlerinize, hâkim olamadık nefislerinize. Dur durak ve yer mekân bilmeyen şehvani isteklerinize.
Sevgili Baylar,
Lütfen bir yaratılış gereği böyleyiz kisvesine sığınmayın, fıtratımız böyle demeyin. Fıtrat böyle değil baylar. Nefis ya da şeytanı da suçlamayın. Şeytana ortamı hep siz hazırladınız. Ayaklarını size doğru yürüttünüz şeytanın. Gel dediniz geldi. Bazen gözlerinizle davet ettiniz şeytanı, bazen tatlı sözlerinizle. Bazen açıp açıp izlediğiniz gayri İslami ama bol nefsanî görüntülerle filmlerle. Kadınları süzdünüz sokakta hayaller kurdunuz üzerlerinde. Şimdi düşünürsünüz siz “kadınlarda çok teşhirci giyiyor, kadınlarda çok davetkâr napalım” dersiniz. Mevzu burada başlıyor zaten sevgili baylar. İslam’dan çok uzak kültürler kadını sizlerin gözünüze zevk aracı haline getirdi ne yazık ki. O kadınlara güzellik anlayışı olarak empoze edilen ve hızlıca yayılan düsturlar kadınlarımıza da elbette zarar verdi. İçine sokulmaya çalışılan kalıplar haline getirildi kadınlar. Tek tipleşti. Güzellik kelimesinin yanına dekolte eş anlamlı olarak eklendi. Biz bunları biliyoruz. Artık bunların ardına sığınıp da kendinizi aldatmayın biz inanmıyoruz. Tüm bunlar yaratılışınızın gerektirdiği mecburi hal ise Yusuf kıssası niye var diye hiç mi sorgulamazsınız? Gömleklerinizin yırtılmasına fırsat tanımadan kendiniz yırtıyorsunuz o gömlekleri ağabeylerim. Ziyan ediyorsunuz zarar veriyorsunuz hayâlarınıza, edeplerinize. Peygamber ahlakını hiçe sayıyorsunuz. Allahın emirlerini eksik uyguluyorsunuz. Gözleriniz alev yeri olmuş haramı süzmekten. Üstelik bunu çoğu zaman sevgili eşlerinizin yanında yapıyorsunuz. İncitiyorsunuz o sadık masum eşlerinizi. Kalplerini incitiyorsunuz. Vallahi sizin o alt tarafı bakmak dediğiniz şeyler biz kadınların yüreğinde derin yaralar açıyor. Sizi seven eşlerinizi incitmekten korkmuyorsanız Allahtan korkun lütfen. Tüm azalarınızı korumaya gayret ederseniz Allah size yardım etmez mi? Fitnenin kol gezdiği mekânlardan ortamlardan kaçarsanız size helal olanın dışındakinden sakınır imtina ederseniz allah o yolu açmaz mı aydınlatmaz mı?
Mümin erkeklere söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah onların yaptıklarından haberdardır.(nur-30)
Allah böyle sesleniyor sizlere mümin ağabeylerim. Ve dikkat edin sonunda Allah yaptıklarınızdan haberdardır diyor. Başka bahanelere sığınmayın haramı meşrulaştırma yollarına gitmeyin. Allah yaptıklarınızdan haberdar bu uğurda kimi kandırıyorsunuz temiz yürekli eşlerinizi mi?
Bence siz ne yaparsanız yapın o eşlerin hakkını tam ödeyemezsiniz. Sırf size sadık size bağlı kaldıkları için bile. Başka kadınlara aç gözlerle baktığınızda içlerine atıp hüzünlendikleri halde ses edemedikleri için bile. Size yar, size yoldaş, evlatlarınıza koca yürekli ana olan eşlerinizi hep dışarıda gördüklerinizle kıyas yapıp değiştirmeye hazır olduğunuz halde sizi sevmeye devam eden kadınlarınızın hakkını (Allah daha doğru bilir ya) ödemek zor olmalı. Ve sizin bu nefsinizle baş başa eğleşmeniz o kadınlarınızı kendilerinde bir eksiklik aramaya kadar götürüp mahvediyor o kadınlar hayata küsüyor baylar. O kadınlar öz güven yitiriyor, o kadınların hayattaki yürüyüşlerine engelsiniz buna ne hakkınız var? Dışarıdakine ne kadar kibar olacağım derdindeyken evdekini ite kalka attığınız bu kuyudan kim çıkaracak?
Sonra o kadınlar kocalarını eve bağlamak adlı bir sürü saçma medya oyunlarının içinde boğulacak, okuyacak araştıracak yetmeyecek gidip orasına burasına enjekte edecek sizin aradığınız hevesleri. Bıçaklar altına yatacak siz için. Yaşlanmamanın formülünü arayacak, beğendiğiz kadınların saç renklerine boyatacak saçını. Olmadığında da yine kendine kızacak bir yanı, kendinde arayacak hep eksiği. Çünkü onun ruh sağlığı sayenizde normalden katbekat uzaklaşmış olacak. Buna hakkınız var mı?
Hangi kadın psikologların önünde hüngür hüngür hayat arkadaşını yoldaşını anlatmayı ister ki. Yoldaşlarınızın ellerini bu hevesler için bırakmayın baylar. Artık kadınlar sizi elde tutmanın reçeteleri peşinde koşmaya mecbur bırakılmasın! Elde kalın! Kendi iradenizle elde kalın. Tüm azalarınızla bir kadının elinde kalın. Aldatmayın ya da aldatacak yollara girmeyin. Zira hepimizde biliyoruz ki:
(Zinaya yaklaşmayın! O; hayâsızlık, çirkin bir iş, kötü bir yoldur. İsra 32) ayetinde Allah zina yapmayından öte zinaya YAKLAŞMAYIN diyor. Yaklaşmayın baylar. Tıkayın zinaya giden yolları. Yaklaşmaktan kaçan zinanın pençesine nasıl düşsün ki.
Ah abiler ah amcalar. Madem bu bir nevi mektup duygularımı tam yansıtsın. Gözyaşları içinde yazdığım satırlar bunlar. Size içimin köşesi kenarı kırıntısı ne varsa aktarmak isterdim ama yazma konusunda pek başarılı değilim. Sorsanız dilimde dönmez. Neden mi bu kadar hissi bu kadar duygusalım.
Çünkü bende o kalbi incinen kadınlardanım ve bir doğaüstü gücüm olsa tüm kadınların yüreğinden söküp alırım bu yarayı, bu kırgınlığı, bu iç hesaplaşmayı, bu ızdırabı. Sizin düzelmeniz ve nefsanî rüyalarınızdan uyanmanız için kullanmam bu doğaüstü gücü çünkü biliyorum buna gücüm yetmez bu ancak ve ancak sizin kendi nefis terbiyenizle mümkün. Allah için gözünüzü, gönlünüzü, evinizi, ortamınızı ve imanınızı haramdan sakının. Kendinizi koruyun, aşağılara çekmeyin haysiyetinizi onurunuzu insanlığınızı ve hatta erkekliğinizi. Bu dünya bir kısa metraj. Bittiğinde o sığındığınız fıtratınız hesap günü yüzünüze çalınabilir. İncitmeyin.
Mektubun son satırları da eşime olsun
Kalbimdeki yara ne zaman iyileşir, içimdeki kırgınlık ne zaman geçer bende bilmiyorum. Büyük bir hayal kırıklığı ile debeleniyorum. Ama sana olan muhabbetim debelenirken de devam ediyor. Yine ağlasan yine omzumu verecek yüce kadınlardanım ben. Bütün kadınlar böyle. Merhamet de bizim fıtratımızın bir parçası işte. Ama gerçek fıtratımızın. Sığındığımız sanal fıtratın değil. İncittin ama incinme sevgili eşim. Yaşanan her şeye rağmen yoldaşın olarak girdiğimiz yolda elim elinde.
Yahu! Ne diyeceğim bakın şimdi… Ben küçükken annem reçel yapardı hep. Ama nasıl? Tepsi tepsi… Sanırsınız, evde ordu yaşıyor. Vişnesi, çileği, eriği… Gözümün önünde olurdu her şey, bütün reçel yapım aşamalarını izlerdim. Tabii hemen yiyemezdin öyle. Bir bekleme süresi vardı kıvama gelmesi için. Neyse efendim, sonra reçelimiz yenmeye hazır hale geldikten sonraki ilk kahvaltı sofrasında beklerdik önümüze taze taze reçellerin gelmesini. Şöyle taze sıcak beyaz ekmek, üstüne tereyağı ve reçel. Kıymetli reçelimiz gelirdi masaya. Anam! O da ne! Bir kâsecik miydi yani bütün heyecanlı bekleyişin karşılığı? Tabi annem, bütün annelerin sahip olduğu, o eşsiz paylaştırma yeteneğiyle, bir kâse reçeli bir haftalık sürece böler sonra da beş kişilik bir ailede kişi başına düşen reçel payını hesaplardı. Demem o ki kıymetliydi reçel.
Annem oldu 65, biz olduk 30ar…Hala her yaz reçel yapar, hala çocuklara pay eder, hala birer kavanoz reçel yollar bize.
Reçel aynı reçel… Anne aynı anne… Kardeşler aynı kardeş… Fakat kahvaltı soframız aynı değil. Bu nasıl bir şeyse artık, kendi ananla, babanla, kardeşlerinle aynı sofraya oturmak lüks oluyor belli bir zamandan sonra. Yollar, mesafeler, kırgınlıklar, hayat mücadelesi, kendi başına(!) fakat bir o kadar da yalnız başına ayakta kalma savaşı derken, bir bakıyorsun, annenle arandaki tek ilişki, birkaç kısa soluklu telefon konuşmasıyla bir kavanoz reçel olmuş.
Siteyi uzun süredir beğeniyle takip ediyorum. Her yazının sonunda bende yazdıklarımı göndersem paylaşırlar mı diye düşünüyorum. En son “Medeni Mesafe” başlıklı yazıyı görünce cesaret aldım ve bende yazdıklarımı göndermeye karar verdim.
Cinsiyet rolleri zihnimize ve yaşam tarzımıza o kadar yerleşmiş ki bahsederken bile kendimizi hayallerimizle sınırlı tutabiliyoruz. Ahlak anlayışımız, maneviyatımız, kadının cazibesini görünür kılma gerekliliği ve naifliği, erkeğin kendindeki sahipleniş duygusu ve ifade etme özgürlüğü, karşı cinse olan hayranlığı gizleme kaygısı ve bunun gibi birçok özelliğimizi dile getirmemekle yükümlü olduğumuzu hissettiğimiz bir toplum baskısıyla yetişiyoruz aslında.
Herkesin hayalleri ve bilinçaltı kendine tabi. Ama anlayışımızın damarlarına kadar işlemiş olan cinsiyet ve cinsellik odaklı çarpık anlayıştan kaynaklanıyor birçok şey. Kadına şiddeti görüyoruz okuyoruz ve her geçen gün sanki daha da kötüye gidiyoruz bu konuda. Peki, sorun ne? Bir erkeği yetiştiren de kadın değil mi? Sorun hangi noktada başlıyor o halde? Ya da tek sorun erkekler mi? Nereden başlamalı bir şeyleri değiştirmeye? Mesafelerden mi, kadınları erkeklerden uzaklaştırarak mı, koruyarak mı, ceza vererek mi? Bu sorular sayfalarca uzatılabilir. Aslında mağduriyeti yaşayan sadece kadın olmamakla birlikte, her gün bu haberleri okuyan bizler, çocuklarımız, aileler, erkekler kısacası psikolojisi etkilenen herkes mağdur.
OECD tarafından yapılan, tüm üye ülkelerdeki eğitimin kalitesini ölçmeyi amaçlayan PISA eğitim yeterliliği test sonuçlarına göre Türkiye’de öğrenim gören öğrencilerin başarısı diğer ülkelere göre geride. Aynı araştırma genç nüfusumuzun diğer ülkelere göre çok daha fazla olduğunu ve bunun birçok avantajı olduğunu da belirtiyor. Bu şu demek aslında biz geleceğimizi şekillendiremiyoruz. Avantajlarımızı rekabet gücüne çeviremediğimiz gibi, eğitime gerektiği gibi yatırım yapamıyoruz. Yukarıda sorduğum soruların tek cevabı bu. Türk toplumunun en önemli sorunu görmemezlikten gelme ve sorunları erteleme. Kadın veya erkek hiçbirini suçlamaya girmeden sorunların en temeline dikkat çekmeli. Gereksiz yere birbirimizi yanlış zamanda sevgiyle boğmaya ve sonrasında hayal kırıklığı yaşamaya mahkûm ediliyoruz. “Her şeyden önce saygı duymak ve sorunları eğitimle aşmamız gerektiğinin bilincine varmak” belki bir şeylerin başlangıcı bu. Neden olmasın…
Merhaba evimin meleği olacağım yazısını okuduğumda durum bu kadar kötü değildi.Yada öyleydi de ben farkında değildim. Bu bir ayrılık hikayesi mi olacak bilemiyorum. Uzun olacak galiba çünkü düşüncelerimi toparlayıp düzenleyemiyorum kusura bakmayın. 5 yıllık evliyim 8 yıldır tanışıyoruz.Şimdi yazınca fark ettim azda olmamış. Ben ne yazacağımı gerçekten bilmiyorum aslında sadece yazacaktım ama… Neyse ben üniversite mezunuyum ama düzenli bir işim olmadı hiç.Kpss yi hazırlanmamak için direndim ücretli öğretmenlik, kolejde stajyerlik yaptım vb şeyler yaptım durdum genelde yıl doldurmadan ayrıldım ve bu ayrılıklarım hep başarısızlık olarak değerlendirildi onun tarafından. Kendime güvensiz olduğum hiçbir işi tamamlayamadığım,beceriksizliğim her tartışmanın sonunda her şeyin sebebi kılındı. Kendisi mühendis orta halli bir firmada iyi bir maaşı var.Onun arkadaşları ve eşleri de genelde mühendis ve çalışıyorlar.Bir gün bana iyi bir maaş alamıyorsun çalışma boşuna yorulma evle ilgilen dedi. Bende domestik bir ev hanımı olmaya and içitim.Fakat ev hanımlığına hak kazanabilmem için önce anne olmam gerekiyordu yoksa yaptığım ev hanımlığı değil ev de boş oturmak oluyordu ev hanımı olan kendi annemin gözünde bile bu böyleydi. Ama ona da hak kazanamadım Allah ım yine beni cezalandırmıştı anne olamıyordum. Genetik incelemelerden bio enerjiye kadar her şeyi denedim ama neden yok çare bulamıyoruz dediler. Bende dahil herkes bir neden arıyordu neden için en yakın komşu kapıya gittik yine alışkanlıkla aaa olmaz olur mu bulundu tabi neden ben şişmandım ne şişmanı bildiğin obezdim bunun için hiçbir şey yapmıyordum her şey beni suçumdu. Şişman olduğum için çocuğum olmuyordu iradesizdim işte dikiş tutturamıyordum. Kısacası her şeye müstehaktım. İlk başlarda kocam yüzün çok güzel diyordu Yüzün olmasa ….. Beni sevdiğini söylüyor sonra da o kadar incitiyordu ki anlam veremiyordum beni fazla hassas ve alıngan olmakla suçluyordu. Ne olcaktı ki burdan gönlünü eğlendirir sonra da döner uyurdu ne olcaktı ki.beni sevdiğine inanmıyor olmam benim hassaslığımdandı.Yoksa o beni sever hem de çok severdi. Artık aynı havayı teneffüs eden iki dünyalı kadar birbirimize uzağız. O haklı olmak istediğimi sanıyor o tamam sen haklısın dediğinde her şey hallolsun istiyor her şeyi unutalım istiyor. Deniyorum gerçekten deniyorum ben ama olmuyor acılaşıyorum günden güne.. Bu arada iki sene önce ablam boşandı ve annemle oturuyor bir oğlu var ve çok mutsuz.Olmuyor diyor ekmek dilimden ayrıldı mı olmuyor annem mutsuzum olmuyor diyor. Onlar kocamı seviyorlar annem için süper bir damat Ablam için düzgün bir insan peki benim için… Annem bizde pazar günü annemle gideyim ya da o ailesine gitsin diye düşünüyoruz birbirimizi görmek istemiyoruz daha öncede düşündük bunu. Bilmiyorum dediğim gibi sadece yazmak istedim.Şişman,işsiz,özgüvensiz,kısır,beceriksiz ve daha kötü olan her şeyin müsebbibi olan ben olarak yazmayı hakkım var mıydı bilmiyorum….
Dostum yapma,kendine bunu yapma.Okurken kalbime dokundun.Sanki karşılıklı oturmuşuzda içimizi döküyormuşuz gibi hissettim.Eğer öyle olsaydı,buraya yazacaklarımı sana ;gözlerinin içine bakarak,inanarak söylerdim.Ve sende bunu görebilirdin.Ama maalesef kelimelerin ‘mesafe tanımaz’lığına güvenerek -güvenmekzorundakalarak- yazıyorum.Yazdıklarından anladım,sen onlardan değilsin,Hani şu “kendisi olabilmek için bir adama,bir mesleğe,bir sıfata ihtiyaç duyangillerden.” Sen şu anda yeterince Sensin.Fazlasıyla Sensin.En olması gerektiği gibi, en kendine özgü halinle. Bu saydığım şeyler seni tamamlamaktan ziyade,belki biraz renk katmak,mevcut olan güzelliğini dahada güzelleştirmek için varlar…Bir noktada eğer seni suçlayacaksak -eğer buna çok mecbursak- bu sadece; kendine bu şekilde davranılmasına izin verdiğin için olabilir.İnsan bazen annesine karşı bile mücafele halinde oluyor.Olmadığı biriymiş muamelesi görmemek için.Kendini ifade edebilmek için.Anlaşılmak için…Mücadeleni ver,canını dişine tak.Eşinde olsa annende ablanda…Seni bu denli üzecek şekilde davranmalarına sessiz kalmandansa, hakettiğin şekilde muamele görmek için mücadele ederken yorulmanı tercih ederim.Çünkü biz kadınlar ,çoğunlukla -istemeyerekte olsa- maruz kaldığımız muamele tarafından şekillendiriliyoruz zamanla.Bize uzun bir süre olmadığımız biri gibi davranıyorlar,ve sonunda ‘O’ oluveriyoruz…Kim istersen o olsun,gönlünden geçen ol.ama ‘o’ olma…Çünkü sen en çok ‘sen’ iken güzelsin…
KEŞKE SEVEBİLSEK
İnsanın, insandan nefret ettiği, kadının erkekten, erkeğin kadından, çocukların başka çocuklardan nefret ettiği bir dönemdeyiz. Herkese ve her şeye karşın bir nefrettir büyüyor içimizde. Gün geçtikçe dallanıp budaklanıyor ve içinden çıkılamaz bir hal alıyor. Nefret söylemleri her yanımızı sarmış. Cümlelerimize başlarken bile güzel temennilerimizin ardından ötekileştirici bir ‘’ama’’ ifadesi zuhur ediyor. Denir ya ‘’İnsanların ama kelimesinden önce söylediklerinin hiçbir önemi yoktur.’’ Diye. Evet öyle. Gerçekten de öyle.
Lise yıllarımda şu an bulunduğum çevrem ve ortamımdan çok farklı bir çevre içindeydim. O zamanlar başörtülü değildim. Şehir merkezine çıktığımda parmağımla sayabileceğim kadar az başörtülü insan görürdüm. Biri de benim annemdi. Muhafazakâr olarak adlandırabileceğim bir ailede büyüdüm. Lise yıllarımda bunun beni çok kısıtlandırdığını düşünürdüm. Katı kurallarla yetiştirilmemiş olmama rağmen ailemin ufak tefek kuralları bana batardı. Tabi o zamanlar asiyiz ya! Ergenliğimiz de üstümüzde. Çok ağır bir ergenlik geçirdiğimi hatırlamıyorum fakat canım annemle çok inatlaştığım hala aklımda. Aileme bir o kadar bağlı bir o kadar da özgür olmaya çalıştığım ergenlik yıllarım. Şimdi aklıma gelince özlediğim zamanlar olduğunu bile söyleyebilirim. Çünkü en azından daha çocuksun ve arkanda senin yerine dünyanın tüm sıkıntısını üstlenecek bir ailen var. -lütfen bu son cümle ailenin senin yerine her şeye karar verme lüksü var olarak anlaşılmasın.-
Babam..
Bir İlahiyat hocasına göre -İlahiyat hocalarının fazla katı olduğunu düşünenler olduğu için bu ifadeyi kullandım.- beni asla yönetmeye çalışmayan babam.
Babam ile aynı okuldaydık ve benim derslerime giriyordu. Bu beni ilk başlarda tuhaf hissettirse de daha sonraları inanılmaz keyif aldığım bir durumdu. Düşünsene okulda seni herkes tanıyor! Harika. Hocalardan torpillisin falan. Şaka bir yana, okulda babamı görmeyi severdim. Babam motor kullanan, bilimsel gelişmeleri takip eden ve öğrencilerine nasıl ulaşabileceği ile ilgili sürekli kafa patlatan birisiydi. Okulumuzdaki bazı aydın(!) dediğimiz hocalar ve aydın kesimin evlatları bayılırdı babam ile uğraşmaya. Kendisi gibi düşünmeyenlere tahammülü olmayan, fırsat buldukça babama laf atmaya çalışan ancak asıl laf attıklarının babam değil de İslam olduğunu bilmeyen bir sürü insan. Hepsinin üstesinden gelebiliyordu ve hepsine verecek bir cevabı vardı babamın. Gayet sakin, gayet edeplice. Saldıranlara inat gayet düzgünce.
Üniversiteye başladığım yıl başımı örttüm. Beni görenler şu soruyu sorarken muazzam keyif aldılar,
‘’ Baban mı istedi?’’, ‘’ O mu ört başını dedi?’’, ‘’ Sana baskı mı yaptı?’’
Aman Allah’ım! Başımı örttüm diye babamı hiç tanımayanlar sadece İlahiyat hocası olduğunu bildiklerinden damgayı yapıştırmışlardı. Ben ne kadar ‘’ Tabi ki hayır! Bu benim kendi isteğim, kendi hür irademle aldığım bir karar!’’ desem de onlar bunu anlamayacaklardı.
Elbette ki ailemin dindar yapıda olması beni etkilemiş olabilirdi ancak ben istemedikten sonra zorla başımı kapattıracak bir aile ferdim yoktu evimde. İnsanlar dindar olanların tutucu, geri kafalı, moderniteden anlamayanlar topluluğu olduğunu falan düşünüyorlardı, hala etkisini kaybetmiş değil bu düşünce tarzı. Oysa ki bu konuda babamın bana dediği tek şey bunun ‘’Allah’ın emri’’ olduğuydu. Ve ben bunu lise yıllarımda da biliyordum. İçselleştirerek ve benimseyerek, isteyerek yaptığım şey yüzünden yargılanıyordum gereksiz insanlar tarafından. İnsanların kendi özgürlüğüyle karar verdiği durumlardan dolayı yargılanmasını kabullenemiyorum ve kabullenmeyeceğim.
Hiç unutmam.
Daha yeni kapandığım zamanlardı, birkaç ay olmuştu ve memleketime gitmiştim. Lisede çok sevdiğim bir hocam vardı, ben onu görünce çok mutlu olmuştum ta ki bana,
‘’ Bu halin ne?’’ diyene kadar.
Kalakaldım öyle. ‘’ Ne varmış hocam halimde?’’ diyebildim.
‘’ Ne bileyim okulda böyle değildin ya’’ sonra biraz yanıma sokularak,
‘’ Baban mı istedi yoksa?’’ Ne dersin şimdi buna, üzülür müsün, güler misin?
‘’ Hayır hocam ben kendim istedim.’’
Bu konuşma sonlanmasına sonlanmıştı ama üstünden 2 yıl geçmesine rağmen unutmuyorum. ‘’Sen şöylesin! Sen böylesin!’’
‘’ Sen busun!’’
‘’ Sen siyahsın!’’
‘’ Sen şuna mensupsun!’’
‘’ Senin baban da böyleydi!’’ Sanırım benim durumuma en çok uyan şu son cümle. Birbirimizden nefret etmeye programlanmış gibiyiz. Ne zaman bu hale geldik, ne zaman önyargılarımız aklımızı ele geçirip bizleri yönetmeye başlar oldu bilmiyorum. Sosyal hizmet okuyorum ve ayrımcılığın yaşanmadığı alan olmadığına sürekli tanık oluyorum. Mültecilere, göçmenlere, çocuklara, kadınlara, yaşlılara, evsizlere, gençlere, başı örtülülere, başı açıklara, Müslüman olanlara, Müslüman olmayanlara…
Daha sayacak çok şey var, bizim görmediğimiz, bizim duymadığımız kim bilir daha neler var…
Anlamadığım ve anlamayacağım bir nokta da şu maalesef, ‘’ İnsanların hadlerini bilmeden başkalarının işlerine karışmayı çok sevmeleri’’
Bizim meslekte müracaatçının kararlarına bağlılık diye bir etik kod vardır. Buna ‘’ Self-determinasyon’’ denir. Yani ‘müracaatçının kendi kaderini tayin hakkı’. Dezavantajlı durumdaki insanları güçlendirmeye çalışırken bile biz meslek elemanı olarak karşımızdakinin kararına saygı duyuyor ve ona göre hareket ediyoruz.
Şimdi toplumda kendini başkalarının üzerinde hak sahibi olarak görenlere sesleniyorum,
Kadınları kontrol etmeye çalışan erkeklere,
Mültecileri pazarlamaya çalışan insan tacirlerine,
Çocukları çalıştıran, onların getirdiği üç-beş kuruşa el koyan merhametsizlere,
Müslüman olmayan ölen masum insanlara sevinenlere,
‘’Siz kendinizde nasıl bir kudret görüyorsunuz da tek ve biricik olan insanın hakkına gasp ediyorsunuz?’’
Keşke herkes sevebilse herkesi,
Keşke sadece sevebilsek ‘’Yaradan’dan ötürü Yaradılan’ı.’’
Balığın Karnı
—————
Allahım
değişmek istiyorum süratle
akmak. koşmak
doğru bir yöne
her yöne
şöyle kollarımı açarak devinerek uçarak
en dipten geçip midemde zıplamalarla koşmak istiyorum
Allahım sana senin konuş dediğin dilde yazarak
Sana seni sevmeyi daha çok duyarak
beş yaşımın kocamanı gibi kocaman
kocaman sevmeyi kalbime nakış nakış
işte öyle, bir koltuğun tepesinde durabilmenin zevkiyle
selamla muhabbetle
şu anki dehşetimden uzak
rızaya kavuşarak
öyle bir koşmak istiyorum güzel şekilli yaşlar damlayarak
gözlerimden
Allahım
ölmekten korkmam
ve korkmam yaşamaktan
hep aynı sebepten
kimse söylemiyor korkmak için mi buradayım
Korkmamayı öğrenmek için mi
bir şeyler öğrenmek için mi buradayım Allahım
şöyle hemencecik bir zemine hemencecik örtünerek uzanmak Allahım
şöyle gözlerim habersiz kapanarak sükûnetle
şöyle adaletten daha fazla merhamet yerini bularak
şöyle en sevdiğim müziklermiş gibi dopdolu bir hisle
şöyle eden meleklerin idrakiyle
şöyle koşmuşum sana, sevmişim sevilerek de nefes nefese
ama sakin, ama mutmain
tutarsız
şöyle gözlerimden güzel kristalli yaşlar akarak
ellerim yavaş yavaş soğuyarak Allahım ruhum çekilerek ebedi ılıklığa
kirpiklerim sevgi sözcükleri gibi ıslanarak
tırnaklarım bir daha kirlenmemecesine
kimse değmemiş de ilk toprak değmiş gibi bedenime
şöyle hemencecik bir zemine örtünerek uzanmak Allahım
usulca sana uyursam
Allahım ölmekten korkuyorum, yaşamaktan da
hangi şiir neden şiir kim şiir kimin şiir Allahım
korkuyorum.şiir.
kavle hıyanetim olursa diye her şiir
elime dökülen her yaprak günah
her yüzük her kitap
yerimi göğümü işgal eden her plastik
ciğerimdeki her aşksız duman
Allahım
korkuyorum şiirler sonum olacak
halbuki şöyle yavaşça ölmenin
ah bilsem cennet mekan!
uyanıp uyanıp kavuştuğu sular murdar olan
Hay Allah hijyenik
Hay Allah içim bir garip
gördüğüm yere bakmak istemiyorum
televizyonlar Allahım, televizyonları suçluyorum.
şimdi ruhuma fatiha okuyacakları yere
şimdi fosfor bombası
şimdi Allahım
abdestsiz adamlar
Allahım abdestli adamlar insansız hava aracı
Allahım balığın karnına imrenen bir kadın oldum affet!
Allahım karanlığa öykünmem korkudandır merhamet!
Allahım suçluluktan öleceğim
Allahım suçluluktan ölemiyorum.
Allahım hakları helal et.
şöyle kucaklaşarak
şöyle coşku ve az biraz gürültüyle
şöyle bedenim sarsılarak
şöyle mahcup tebessümlerle sarsılarak
şöyle koşarak birbirine
kaçarak Allahım şer bildirdiğinden
eşref-i kaçak olarak en dişi ve erkeğinden
kaçarak hapisten
kaçarak habisten
kaçarak şeytanın sevgililerinden
Allahım ruhuma fatiha
Allahım yalnız sana kulluk ederek
Allahım yalnız senden yardım dileyerek
Allahım hidayetine koşarak
Allahım hidayetine kaçarak misketlerden kaçtığımız gibi
Allahım mayın tarlasında geçtiğimiz gibi geçerek reklamların arasından
Allahım sana
Sana!
Allahım kadınlığıma kulluk katarak
Allahım amin
Allahım adalet
Allahım rahmet
Allahım affet
Allahım basitim, zemine usulca uzanıp gözlerimi kapatmak istiyorum
Niçe okumadan yapmak istiyorum bunu Allahım
kalbime isyan bulaşmadan bir daha aşktan canım yanıp
ruhum incinmeden Allahım
Allahım çocuk fotoğrafları
Allahım mevzuyu biliyorsun
Allahım kan.
Allahım örtüme sıkıca sarınarak
bakışlardan uzak
Allahım senin bakmanla var olarak
Allahım sen hep bakarsın
Allahım bize baktın
Hamd Allahım, hamdın arasına incecik sızan şikayet Allahım
şikayetçiyim Allahım safsızlaştıran adamın bedduasından
Allahım çok yalnızım
Allahım herkes çok yalnız.
Allahım sesimiz var akordumuz bozuk
Allahım kendine zulmedenlerden olduk
elimizin ayarı bozuk Allahım
bakışımızın ahengi bozuk
Murphy, ihtiyacım olduğunda piller bozuk
piller bozuldukça Allahım yenisini takıyorum
kendimi değiştiremiyorum Allahım
değişmek istiyorum
Cebrailin kanadı Allahım
Rasulün duası Allahım
Sana ulaşan ne varsa
Allahım söz
Allahım dua
Allahım ben dua ettim
Allahım beni dua et.
beni affet.
Allahım onları affetme.
Allahım bizi affet.
Allahım bize muhabbet!
Allahım sen benim gözyaşımı benden iyi bilirsin
Besmelesiz yaşlarımı ben sana anlatamam Allahım
Allahım benim gözyaşlarım hep resim ve müzik
Allahım ağladıklarım biraz ten biraz şiir
Allahım bu gece ortadoğuluyum
orta neresi bilmiyorum Allahım!
bu gece herkes ya kuzeyli ya güneyli
ya doğulu ya batılı Allahım bu gece herkes bilmekte
bu gece tanbur değil saz
bu gece gözüme kan durdu Allahım
öyle kesif, şöyle uzanıversem
bu gecenin hakkı niyaz
bu gece nefesi dar bir ortadoğuluyum Allahım
Allahım değişmek istiyorum süratle. değiştir bizi Allahım.
Allahım yalvarırım
Allahım hayra tebdil!
DARISI BAŞINA SEASON IS COMING!!!
Senin yaşın geçiyor artık.
Evde kaldın kız sende 🙂 !
E hadi artık sıra sende.
Yok mu bir şey?
Darısı başına
Her gün kaç tane kız bu şiddete maruz kalıyor acaba? Evet, bunun adı artık şiddet! Mahalle baskısı, akraba baskısı, konu komşu, ana baba baskısını çoktan geçti. Düğün sezonları bitmek bilmeyen çilenin başlangıcı. Aman bir yakınınız evlenmeye görsün ardı arkası kesilmeyen temenniler ve sorular baş gösteriyor hemen. Fakat biz bıktık artık! Darısı başınadan da bıktık, sıranın bize gelmiş olduğunu hatırlatmanızdan da. Yok mu bir şey diye sorduğunuzda yok demekten de bıktık. Evet, bizim yaşımız geçti, hatta evde kaldık!
Siz sadece evlenecek olan çiftlerin mi stresli olduğunu düşüyorsunuz? Hayır. Asıl stres ortamdaki ‘yaşı sınırda olan bekâr’ da gizli. Az sonra maruz kalacağı bakışların ve soruların stresi altında ezim ezim eziliyor zavallı. Korku filmi gibi. Her seferinde hayırlısı demekten gına gelmiş olan bekâr, bu sefer susma hakkını kullanmak istese o da olmuyor. Hemen arkasından ‘ Âmin desene kız ’ diye lafı yapıştırıyorlar. Âmin demek zorundasın çünkü. Yoksa evde kalırsın falan maazallah. Teyze, abla, yenge, kardeş artık her neyse sana ne ya sana ne!
Biz çok bıktık! Biz diyorum çünkü biliyorum ki bu durumda olan birçok kişi var. Hayatında evlenme fikrine yer olan her bekâr, muhakkak bir gün doğru kişiyi bulduğunda o yola girmeyi düşünüyordur. Fakat parasını verip pazardan salatalık, domates alıyormuş gibi her gördüğü bekârın suratına o klişe soruları indiren ahali can sıkmıyor, cinnet geçirtiyor artık. Senin kızın ya da oğlun evlendi diye ben de evlenmek zorunda mıyım? Demek ki ben doğru kişiyi hala bulamamışım. Olmamış, uymamış, uygun düşmemiş. Üstelik sen bana bu soruları sorunca ben doğru cevabı da bulamayacağım. O yüzden o lanet olası çeneni kapat ve altınını takmaya devam et dostum!
Hele aile içinde sizden daha küçük biri evleniyorsa burada film kopuyor, gerilim artıyor ve imbd’den 9 puan almaya aday oluyor. Sizi öyle bir hale sokuyorlar ki, kıskanıyorsunuz efendim. Evet, çünkü siz evde kaldınız! Kısır yemekten kafaya giden kablolar yanmış telaş yapmayın.
Evlilik hakkında yorum yapacak yetiye de sahip değilsinizdir. Çünkü siz bekârsınız bi kere tamam mı! ‘ Ay sanki bi kaç kere evlendin he ’ cümlesini duyduğunuz an ‘ Senin evli olduğun bir dünyada ben bekâr kalmak istiyorum ’ diyebilseydik keşke. Ama işte olmuyor, sonuçta annen gözlerini dikmiş bakıyor. Gel de laf sok!
Bütün bunlar çok canımı sıkıyor. Fakat boğazıma yapışan bir durum var ki o daha beter. Potansiyel bekâr olup, her yerde bir başka bekâr ile eşleştirilmek. Üstelik alakalı, alakasız. Acaba alnımda ‘ kim olursa olsun yeter ki erkek olsun’ falan mı yazıyor! Alçak gönüllü olmak bazen karşı tarafta gereksiz özgüven yaratabiliyormuş onu anladım.
Bazen evlensem de kurtulsam diyorum. Darısı başınadan, imalı bakışlardan, hayırlısı demekten hepsinden kurtulsam. Şöyle içten bir Oh be çekerim artık. Evliliğin manasını bilmeyen, koca buldumcuk tiplerin ‘e hadi artık sende’ demeleri yok mu bide! Canım ya kocişinle mutluluklar diliyorum sana gölge etme başka ihsan istemem.
Dini hassasiyeti olan ve İslam’ın gerektirdiği ölçülerde evlenmek isteyen kızın dramına hiç girmiyorum, onunki tam bir felaket. Çakma modernist akrabaların çözüm önerileri dudak uçuklatır cinsten.
Lütfen bütün iyi dileklerinizi ve temennilerinizi alıp yanımızdan uzaklaşın! Bu işler nasip kısmet onu da bi öğrenin.
Merhaba Reçel günlüğüm
Sana yazmaya karar vereli çok oluyor aslında. Ama günlük telaşelerden sıyrılmak zaman aldı epey. Madem dökeceğim sana içimi usulünce olsun istedim. Ve güne ayva reçeli yaparak başladım. Her günün bir duası vardır ya benim de her günün sabahında üşenmeden yapıp mini kavanozlarda sakladığım, vakti gelince de sevdiklerimle paylaştığım reçellerim var. Bu sabah yaptığım ayva reçeli de enfes oldu doğrusu. Önce dolaptan rengi sarılardan sarı iki ayvayı alıp güzelce yıkadım, pakladım. Mini küpler şeklinde doğradım. Ardından yarıya böldüğüm limonu üzerinde gezdirdim ki kararmasın. Şekeri ise göz kararı serptim üstüne. Üstünü geçecek kadar da su ekledim. Yalnız ayvanın çekirdeklerini de unuttum sanma. İşin sırrı işte orada. Aldım elime çeyizimden bir tülbendi, kıyamadım önce kesmeye ama işlev hatıranın önüne geçer ya kimi zaman. Kestim el kadar bir parça. Koydum çekirdekleri içine. Yorgan ipliği ile de düğümü sıkıca attım ki içindeki dışa özünü esaslıca versin. Böylece rengin sarıdan bordoya dönüşümünü izledim, güneşin doğuşundan batışına tanıklık eder gibi. Veee çağrışımın gücü adına! Ahmet Haşim dizeleri döküldü zihnimden tencereye.” Yârin dudağından getirilmiş bir katre alevdir.” üç dal da karanfil. İşte şimdi işlem tamamdır. Sevgili reçelim kaynadıkça, saldıkça rayihasını tüm eve, çocukluğum geldi gözümün önüne ya da lafın doğrusu burnumun sızısına. Annem. Elleri öpülesi, ayakları başa taç edilesi Sultanım. Hayat ona Hz. Eyüp’ün sabrını bahsetmiş gerçekten. O da sabırla işlemiş yaralarını kanaviçe gibi çocuklarının uğraşıyla. Kendime ait “mutfağımı” dolduran bu eşsiz koku bak nelere kadir sevgili günlük. Sadece annem değil bu ayva aromalı parfümün bana bahşettiği. Sevimli mi sevimli bir fotoğraf da aynı zamanda. Buzdolabım gittiğim şehirlerin magnetleriyle doludur. Antep, Çanakkale, Roma, Amsterdam, Paris, Cidde, İstanbul. Ama gel gör ki cancağızım, kalbimin başkenti annem ve babamın beni kucakladığı o fotoğraf aslında. Ben 13 aylıkken çekinmişler o mutluluğun resmini. Sol yanımda kalbim, yani annem. Sağ tarafımda ise babam, kıymetlim. Ortada da annesinin çiçeği, babasının Nur’u. Yani ben. Hani Bediuzzaman der ya insanın ilk ve en etkili mürebbiyesi annesidir diye. Evet kesinlikle öyle. Ama kendimcesi insanın çocukluğunun Sinan’ı anne ve babasıdır. İkisi birlikte inşa eder hayat boyu, durmaksızın evladının yaşamını. Şimdi oğlum Yusuf Enis’i büyütürken anlıyorum tüm bunları. Zorlandığım anlarda çaresizliğime Hızır olan mutlu geçirdiğim çocukluğum oluyor. Allah’a ne kadar şükretsem az. Onlara bugünlük teşekkürüm ise sabahki ayva reçelim. Babamın dimağına, annemin de kalbine iyi gelir dedi internet dede. O zaman Şeyh Galip’ten gelsin şu iki dize,
Hoşça bak ailene ki zübde-i âlemsin sen
Merdum-u did- i ekvan olan annesin sen. Ha bu arada ayvanın reçelime dâhil etmediğim çekirdekleri, Yusuf Enis’le ektiğim beyaz saksıda, baharı bekliyor filizlenmek için. Bir çekirdek de boynumdaki kar kapaklı kolyenin içinde. Öyle…
Sevgili günlük
Portakal kokulu bir günden merhaba sana. Reçelimin yapımı için birçok internet sitesine girdim çıktım. Ekrem Muhyiddin Yeğen ‘in kitaplarını da karıştırdım. İstedim ki sadece netsel değil direkt kitabi bilgiler de olsun içinde ama sanırım reçel tariflerini fazla kadınsı bulduğu için kitaplarında yer vermemiş bahsi geçen zat. Ay fazla mı feministim ne Çok pardon ya, benim içim fesat. Niye öyle bir gündemi olsun ki adamcağızın. Yazmış sunmuş işte yemek tarifleri dünyasına. Derine inmeye ne gerek var. Yaptığım analizler beni o güzelim Sezen Aksu şarkısına götürdü. “Analizi sentezi yok mu ne?” Sentez yaptım tabii ki. Sonuçta edebiyatçıyız. İntihal deformasyonu var zihinde. Referans verme zahmeti yerine kendim olmayı seçiyorum çoğunlukla. İnsanları zorlasa da. Boğaziçili bir gelin olarak yaşamın benim için çok zorlaştığı anlar oldu. Referans kaygım yüzünden insani ilişkilerim zarar gördü. Neyse ki mezuniyetimin 4. sene-i devriyesinde aştım bu sorunu. Ne diyordum sevgili günlük? Hah, tamam. Sentez. Peki. Kendimce bir portakal reçeli tarifi tasarladıktan sonra geçtim ocağımın başına. Yemek tanrıçam Lezaiz de göz kırpıyordu bana. “Seni aşçı görünümlü femme fatale senii.” dedim ona. O da, Sizin âlicenaplığınız efendim. İlhamlarımla emrinize amadeyim sultanim’ dedi bir cariye edasıyla. Kabul gördü zat-ı aliyelerimden. Önce portakalları soyup ‘ohh suyundan’ da koydum tencereye tavaya. Haşlandılar bir 5 dakika kadar. Sonra süzüp kuruttum. Minik minik doğradım dünkü ayvalar gibi. Sonra tülbentle sardığım limon çekirdekleri ve portakal kabuklarıyla birlikte şerbeti kaynatmaya başladım. Birden Aker marka tencereme takıldı gözüm. Aklıma bir kadın giyim markası olana Aker geldi tabi önce. Hanım zihniyetimin tuzu kurusun. Esasında moda sevimli bir alan. Ama şeytani tarafları da yok değil hani. Tutkunun, obsesyonun Nirvana’sına tırmandığı bir mecra orası. Fazla detayı yorar zihnimi de ben kendimce ufacık bir telkinle sıyrılayım bu tehlikeli alandan! Maazallah akla zarar. Ey cemaat-i müslimin az biraz mütevazı olun canim ya. Nedir o marka yarışı alla seversen. İlk sözüm size ey Hanımlar, kadınlar meclisinin azade ruhları. O markayı eşarbın içine saklayın bakayım! Gözüm görmesin bir daha. Ve siz beyefendiler o daracık kotların yerine az biraz mahrem yerinizi örten pantolonlar giyinin olmaz mı? Evlatlarınıza asr-ı saadetin mütevazılığini sunun ey aile-i der-saadet mensupları. Tıpkı âlemlere rahmet Hz. Muhammed Mustafa gibi. Ha bu pek geçer akçe değil mi? O halde ulu önder Atatürk ne demiş ona bir kulak verelim: “Ben Müslüman’ın sade giyinenini severim.” Bu da mı tutmadı? Alevi derviş Nefti alsın o zaman sazı eline ve dökülsün müziğin evrensel tınısı zihnimize. Melaye Ceziri divanından şiirler yetişsin hevallere. Son sözü ise Mevlana söylesin; Birlik olun ey canlar. Birlik olun. Bir olun. Bir. B. b. Arapça b. . . Artık şerbetiyle mayalanabilir portakal hamurum. Offffff.. Devrelerim yandı sanırım. Reçel de cıvık oldu bu sefer. Dünkünün kıvamından pek eser yok. Neyse yarın demlerim onu bir ara tekrar. Bayss.
Erkeklere özellikle (Müslüman olanlarına) mektup
Bu satırlar mektuptan da ziyade biraz iç döküş. Bu sebeple sitem, öfke vb barındırabilir bunu baştan söyleyelim ki okumak istemeyen abilerimiz okumasın.
Bu sitemler bu seslenişler sizlere sevgili ağabeyler, amcalar ve hatta dedelerim. Sizlerin gözlerinize, hâkim olamadık nefislerinize. Dur durak ve yer mekân bilmeyen şehvani isteklerinize.
Sevgili Baylar,
Lütfen bir yaratılış gereği böyleyiz kisvesine sığınmayın, fıtratımız böyle demeyin. Fıtrat böyle değil baylar. Nefis ya da şeytanı da suçlamayın. Şeytana ortamı hep siz hazırladınız. Ayaklarını size doğru yürüttünüz şeytanın. Gel dediniz geldi. Bazen gözlerinizle davet ettiniz şeytanı, bazen tatlı sözlerinizle. Bazen açıp açıp izlediğiniz gayri İslami ama bol nefsanî görüntülerle filmlerle. Kadınları süzdünüz sokakta hayaller kurdunuz üzerlerinde. Şimdi düşünürsünüz siz “kadınlarda çok teşhirci giyiyor, kadınlarda çok davetkâr napalım” dersiniz. Mevzu burada başlıyor zaten sevgili baylar. İslam’dan çok uzak kültürler kadını sizlerin gözünüze zevk aracı haline getirdi ne yazık ki. O kadınlara güzellik anlayışı olarak empoze edilen ve hızlıca yayılan düsturlar kadınlarımıza da elbette zarar verdi. İçine sokulmaya çalışılan kalıplar haline getirildi kadınlar. Tek tipleşti. Güzellik kelimesinin yanına dekolte eş anlamlı olarak eklendi. Biz bunları biliyoruz. Artık bunların ardına sığınıp da kendinizi aldatmayın biz inanmıyoruz. Tüm bunlar yaratılışınızın gerektirdiği mecburi hal ise Yusuf kıssası niye var diye hiç mi sorgulamazsınız? Gömleklerinizin yırtılmasına fırsat tanımadan kendiniz yırtıyorsunuz o gömlekleri ağabeylerim. Ziyan ediyorsunuz zarar veriyorsunuz hayâlarınıza, edeplerinize. Peygamber ahlakını hiçe sayıyorsunuz. Allahın emirlerini eksik uyguluyorsunuz. Gözleriniz alev yeri olmuş haramı süzmekten. Üstelik bunu çoğu zaman sevgili eşlerinizin yanında yapıyorsunuz. İncitiyorsunuz o sadık masum eşlerinizi. Kalplerini incitiyorsunuz. Vallahi sizin o alt tarafı bakmak dediğiniz şeyler biz kadınların yüreğinde derin yaralar açıyor. Sizi seven eşlerinizi incitmekten korkmuyorsanız Allahtan korkun lütfen. Tüm azalarınızı korumaya gayret ederseniz Allah size yardım etmez mi? Fitnenin kol gezdiği mekânlardan ortamlardan kaçarsanız size helal olanın dışındakinden sakınır imtina ederseniz allah o yolu açmaz mı aydınlatmaz mı?
Mümin erkeklere söyle gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah onların yaptıklarından haberdardır.(nur-30)
Allah böyle sesleniyor sizlere mümin ağabeylerim. Ve dikkat edin sonunda Allah yaptıklarınızdan haberdardır diyor. Başka bahanelere sığınmayın haramı meşrulaştırma yollarına gitmeyin. Allah yaptıklarınızdan haberdar bu uğurda kimi kandırıyorsunuz temiz yürekli eşlerinizi mi?
Bence siz ne yaparsanız yapın o eşlerin hakkını tam ödeyemezsiniz. Sırf size sadık size bağlı kaldıkları için bile. Başka kadınlara aç gözlerle baktığınızda içlerine atıp hüzünlendikleri halde ses edemedikleri için bile. Size yar, size yoldaş, evlatlarınıza koca yürekli ana olan eşlerinizi hep dışarıda gördüklerinizle kıyas yapıp değiştirmeye hazır olduğunuz halde sizi sevmeye devam eden kadınlarınızın hakkını (Allah daha doğru bilir ya) ödemek zor olmalı. Ve sizin bu nefsinizle baş başa eğleşmeniz o kadınlarınızı kendilerinde bir eksiklik aramaya kadar götürüp mahvediyor o kadınlar hayata küsüyor baylar. O kadınlar öz güven yitiriyor, o kadınların hayattaki yürüyüşlerine engelsiniz buna ne hakkınız var? Dışarıdakine ne kadar kibar olacağım derdindeyken evdekini ite kalka attığınız bu kuyudan kim çıkaracak?
Sonra o kadınlar kocalarını eve bağlamak adlı bir sürü saçma medya oyunlarının içinde boğulacak, okuyacak araştıracak yetmeyecek gidip orasına burasına enjekte edecek sizin aradığınız hevesleri. Bıçaklar altına yatacak siz için. Yaşlanmamanın formülünü arayacak, beğendiğiz kadınların saç renklerine boyatacak saçını. Olmadığında da yine kendine kızacak bir yanı, kendinde arayacak hep eksiği. Çünkü onun ruh sağlığı sayenizde normalden katbekat uzaklaşmış olacak. Buna hakkınız var mı?
Hangi kadın psikologların önünde hüngür hüngür hayat arkadaşını yoldaşını anlatmayı ister ki. Yoldaşlarınızın ellerini bu hevesler için bırakmayın baylar. Artık kadınlar sizi elde tutmanın reçeteleri peşinde koşmaya mecbur bırakılmasın! Elde kalın! Kendi iradenizle elde kalın. Tüm azalarınızla bir kadının elinde kalın. Aldatmayın ya da aldatacak yollara girmeyin. Zira hepimizde biliyoruz ki:
(Zinaya yaklaşmayın! O; hayâsızlık, çirkin bir iş, kötü bir yoldur. İsra 32) ayetinde Allah zina yapmayından öte zinaya YAKLAŞMAYIN diyor. Yaklaşmayın baylar. Tıkayın zinaya giden yolları. Yaklaşmaktan kaçan zinanın pençesine nasıl düşsün ki.
Ah abiler ah amcalar. Madem bu bir nevi mektup duygularımı tam yansıtsın. Gözyaşları içinde yazdığım satırlar bunlar. Size içimin köşesi kenarı kırıntısı ne varsa aktarmak isterdim ama yazma konusunda pek başarılı değilim. Sorsanız dilimde dönmez. Neden mi bu kadar hissi bu kadar duygusalım.
Çünkü bende o kalbi incinen kadınlardanım ve bir doğaüstü gücüm olsa tüm kadınların yüreğinden söküp alırım bu yarayı, bu kırgınlığı, bu iç hesaplaşmayı, bu ızdırabı. Sizin düzelmeniz ve nefsanî rüyalarınızdan uyanmanız için kullanmam bu doğaüstü gücü çünkü biliyorum buna gücüm yetmez bu ancak ve ancak sizin kendi nefis terbiyenizle mümkün. Allah için gözünüzü, gönlünüzü, evinizi, ortamınızı ve imanınızı haramdan sakının. Kendinizi koruyun, aşağılara çekmeyin haysiyetinizi onurunuzu insanlığınızı ve hatta erkekliğinizi. Bu dünya bir kısa metraj. Bittiğinde o sığındığınız fıtratınız hesap günü yüzünüze çalınabilir. İncitmeyin.
Mektubun son satırları da eşime olsun
Kalbimdeki yara ne zaman iyileşir, içimdeki kırgınlık ne zaman geçer bende bilmiyorum. Büyük bir hayal kırıklığı ile debeleniyorum. Ama sana olan muhabbetim debelenirken de devam ediyor. Yine ağlasan yine omzumu verecek yüce kadınlardanım ben. Bütün kadınlar böyle. Merhamet de bizim fıtratımızın bir parçası işte. Ama gerçek fıtratımızın. Sığındığımız sanal fıtratın değil. İncittin ama incinme sevgili eşim. Yaşanan her şeye rağmen yoldaşın olarak girdiğimiz yolda elim elinde.
muazzam! söylemesem olmazdı!
etraflıca, açıkça, samimiyetle mektubunuz daha okurken acıtıyor çokça..
yüreğinize şifalar olsun sevgili yazar..
… Reçel yokken nasıl nefes alıyorduk a biz? .. yürekten sevgiler Reçel editörü arkadaşlara, çok temel bir ihtiyacı karşılıyor Reçel..
☆☆☆
Reçel Var Dediler Geldik
Yahu! Ne diyeceğim bakın şimdi… Ben küçükken annem reçel yapardı hep. Ama nasıl? Tepsi tepsi… Sanırsınız, evde ordu yaşıyor. Vişnesi, çileği, eriği… Gözümün önünde olurdu her şey, bütün reçel yapım aşamalarını izlerdim. Tabii hemen yiyemezdin öyle. Bir bekleme süresi vardı kıvama gelmesi için. Neyse efendim, sonra reçelimiz yenmeye hazır hale geldikten sonraki ilk kahvaltı sofrasında beklerdik önümüze taze taze reçellerin gelmesini. Şöyle taze sıcak beyaz ekmek, üstüne tereyağı ve reçel. Kıymetli reçelimiz gelirdi masaya. Anam! O da ne! Bir kâsecik miydi yani bütün heyecanlı bekleyişin karşılığı? Tabi annem, bütün annelerin sahip olduğu, o eşsiz paylaştırma yeteneğiyle, bir kâse reçeli bir haftalık sürece böler sonra da beş kişilik bir ailede kişi başına düşen reçel payını hesaplardı. Demem o ki kıymetliydi reçel.
Annem oldu 65, biz olduk 30ar…Hala her yaz reçel yapar, hala çocuklara pay eder, hala birer kavanoz reçel yollar bize.
Reçel aynı reçel… Anne aynı anne… Kardeşler aynı kardeş… Fakat kahvaltı soframız aynı değil. Bu nasıl bir şeyse artık, kendi ananla, babanla, kardeşlerinle aynı sofraya oturmak lüks oluyor belli bir zamandan sonra. Yollar, mesafeler, kırgınlıklar, hayat mücadelesi, kendi başına(!) fakat bir o kadar da yalnız başına ayakta kalma savaşı derken, bir bakıyorsun, annenle arandaki tek ilişki, birkaç kısa soluklu telefon konuşmasıyla bir kavanoz reçel olmuş.
Reçel gelirse sağdır, gelmediği gün…
https://www.youtube.com/watch?v=5spALuEHyQQ
DUYGULARIMIZA MAHKUM EDİLİYORUZ
Siteyi uzun süredir beğeniyle takip ediyorum. Her yazının sonunda bende yazdıklarımı göndersem paylaşırlar mı diye düşünüyorum. En son “Medeni Mesafe” başlıklı yazıyı görünce cesaret aldım ve bende yazdıklarımı göndermeye karar verdim.
Cinsiyet rolleri zihnimize ve yaşam tarzımıza o kadar yerleşmiş ki bahsederken bile kendimizi hayallerimizle sınırlı tutabiliyoruz. Ahlak anlayışımız, maneviyatımız, kadının cazibesini görünür kılma gerekliliği ve naifliği, erkeğin kendindeki sahipleniş duygusu ve ifade etme özgürlüğü, karşı cinse olan hayranlığı gizleme kaygısı ve bunun gibi birçok özelliğimizi dile getirmemekle yükümlü olduğumuzu hissettiğimiz bir toplum baskısıyla yetişiyoruz aslında.
Herkesin hayalleri ve bilinçaltı kendine tabi. Ama anlayışımızın damarlarına kadar işlemiş olan cinsiyet ve cinsellik odaklı çarpık anlayıştan kaynaklanıyor birçok şey. Kadına şiddeti görüyoruz okuyoruz ve her geçen gün sanki daha da kötüye gidiyoruz bu konuda. Peki, sorun ne? Bir erkeği yetiştiren de kadın değil mi? Sorun hangi noktada başlıyor o halde? Ya da tek sorun erkekler mi? Nereden başlamalı bir şeyleri değiştirmeye? Mesafelerden mi, kadınları erkeklerden uzaklaştırarak mı, koruyarak mı, ceza vererek mi? Bu sorular sayfalarca uzatılabilir. Aslında mağduriyeti yaşayan sadece kadın olmamakla birlikte, her gün bu haberleri okuyan bizler, çocuklarımız, aileler, erkekler kısacası psikolojisi etkilenen herkes mağdur.
OECD tarafından yapılan, tüm üye ülkelerdeki eğitimin kalitesini ölçmeyi amaçlayan PISA eğitim yeterliliği test sonuçlarına göre Türkiye’de öğrenim gören öğrencilerin başarısı diğer ülkelere göre geride. Aynı araştırma genç nüfusumuzun diğer ülkelere göre çok daha fazla olduğunu ve bunun birçok avantajı olduğunu da belirtiyor. Bu şu demek aslında biz geleceğimizi şekillendiremiyoruz. Avantajlarımızı rekabet gücüne çeviremediğimiz gibi, eğitime gerektiği gibi yatırım yapamıyoruz. Yukarıda sorduğum soruların tek cevabı bu. Türk toplumunun en önemli sorunu görmemezlikten gelme ve sorunları erteleme. Kadın veya erkek hiçbirini suçlamaya girmeden sorunların en temeline dikkat çekmeli. Gereksiz yere birbirimizi yanlış zamanda sevgiyle boğmaya ve sonrasında hayal kırıklığı yaşamaya mahkûm ediliyoruz. “Her şeyden önce saygı duymak ve sorunları eğitimle aşmamız gerektiğinin bilincine varmak” belki bir şeylerin başlangıcı bu. Neden olmasın…
Sayın Merve KANTARCI
Tek kelime ile mükemmel ifade etmişsiniz sizi canı gönülden tebrik ediyorum. Ayakta alkışlıyorum.
Hikaye Kapısının Aralanması
Uyandı. Dolabını açtı. Dolabını ve cebini boşaltalı çok olmuştu. Kim bilir kaç zaman önce içine
birden bire gelen kısa süreli yaşama sevinci yüzünden hiçbir şeye benzemeyen bir elbiseyi ucuz bir
kenar mahalle butiğinden almıştı. Önceleri kendisini bedeniyle tanımlardı. Türlü kıyafetler ve süsler
almak onun için vazgeçilmezdi. Her ne kadar bunu kendim için yapıyorum dese de başkaları için
yaptığı besbelliydi. Güzel bir kadının güzelliğinden başka hiçbir şeyle toplumda varolamayacağını
bilmek onu yaralardı. Madem başka türlü varolamıyorum derdi o zaman ben de giyineyim. Kadın
olmanın gururunu ve utancını da her sıradan dişil gibi içinde duyardı. Şimdilerde bacaklarını vitrin
camlarından çöpün yanına konmuş artık istendiği gibi göstermeyen aynalardan izlerdi. Bazen
gururlanır, bazen topallara iç geçirirdi. O insanların dertlerine sahip olmanın kendi dertlerine sahip
olmaktan yeğ olduğunu düşünürdü. Bazı günler dilenci çocuklara imrenirdi. Sadece bir cümleyle
hakkettiği veya haketmediği ilgiyi alan bu çocuklara çok eskiden beri iç geçirirdi. Annesi böyle
çocuklara avucundaki bozuklukları uzatırken saçlarını okşar, kendi çocuğu ise yokmuş gibi
davranırdı. Onlar hakettiği ya da haketmediği ilgiyi başkalarından alsa da o da vermeyi ihmal
etmezdi. Mutfağa geçti. Okuduklarından ve yazdıklarından hiç haz etmediği babası gibi her sabah
bir fincan Türk kahvesi bir kaç dal sigara içmeden uyanamazdı. Kahvesinden yudumlarken asla
gerçekleştiremeyeceği hayalleri, onu üzen insanlardan alacağı intikamları kafasında tekrar tekrar
tasarlar, eklemeler ve çıkarmalar yapar, intikam alınacakların listesini neredeyse her gün
değiştirirdi. Bazı günler evden çıkmadan önceki son sigarasını içerken onunla özdeşleşen bordo
rujunu sürerdi. İnsanlar onu çay ya da kahve içtiği fincandaki ruj lekesinden tanırdı. Evden
çıkmadan çantasına sigarasını ve çakmağını atıp atmadığını kontrol eder. Apartman kapısının
önünde sigarasını yeniden çıkarır. Daha dış kapıyı açmadan bir sigara daha yakardı. Sigarası bitince
yanından ayırmadığı ilacını içer, bazı günler bu ilaç sayesinde herkesi affeder, insanların iyi
olduğuna inanırdı. Genellikle insanlardan rahatsız olur, yol boyunca onların birbirlerine verdiği
tavsiyeleri duymak istemez, suçlayıcı yada ayıplayıcı bakışlarına maruz kalmamak için ne başını
yerden kaldırırdı ne de kulaklığını çıkarırdı. İnsanlar konuşurken ruhunu duyamazdı.
Konuşma ihtiyacı hissettiğinde köşedeki büfeden bir sakız alır, damağına çarptıkça o iğrenç,
yapışkan şey yüreğini döktüğünü zanneder, anlatma ihtiyacını da böyle giderirdi. Biraz büyüyünce
kaybettiği hayali arkadaşını böyle sabahlarda özlerdi. Yol boyunca bir tanıdıkla rastlaşmak ihtimali
ödünü koparırdı. Yüzüne yerleştirdiği mecburi tebessümden nefret eder. Bazen de aynanın
karşısında zoraki tebessümünü taklit eder, ne kadar sahici olduğunu anlamaya çalışırdı.Otobüse
bindiğinde kaç zamandır elinde dolaşan kitabını açar ancak bindiği andan itibaren eve girdiği anın
hayalini kurmaya başlardı. Zamanında ilgilendiğini zannettiği bir bölümü okurdu. Derste sürekli
duvarda asılı hiçbir estetik değeri olmayan saate bakar dururdu. Bazen hakikaten zamanın
akmadığını hisseder, o zaman asık suratlı duvar saatine daha bir dikkatli bakar, işleyip işlemediğini
kontrol ederdi. Çok bilmiş hoca ara verdiğinde bir kahve almak için okulun kantinine iner,
çalışanlar şehvetli gözleriyle bakıp rahatsız etmesin diye dua ederdi. Kahvesini alıp boş masa
ararken tanıdıklarına zoraki gülümsemesinden bir dem dağıtırdı. Güzel bir şey olacağı yoktu ya huy
olmuştu onda fincanını çevirir, telvelerden anlam çıkartmaya çalışırdı. Bir derse daha girerdi, Bir
derse daha. Bu sefer de karnını doyurmak için kantine giderdi. Özensizce hazırlanmış yemeğini
özensizce yerdi. Yemeğini kedilerle paylaşır, bazen de hiç dokunmadan onlara bırakırdı. Okulunda
yalnız kalabildiği tek yer ıssız bir bankın olduğu arka bahçeydi. Anlaşılan o gün neşeli ve patavatsız
okul arkadaşları burayı keşfetmiş, yalnızlığını işgal etmişlerdi. Öfkelendi. Yaşıtlarını hoyratlıkla
suçlardı. Şiir veya roman okumalarını isterdi. Böylelikle ruhlarının inceleceğini düşünürdü.
Yalnızlığına kast eden bu erkek grubu arkasından fısıldamışlardı. Kimbilir ne söylemişlerdi.
Güvenlik görevlilerinden bir kolay gelsini esirgeyerek kendini bu boğucu duvarların arasından attı.
Otobüse binene kadar derste yarım yamalak dinlediği şeyleri düşündü. İnsanlık ne kötüydü.
Dinlediği dersler yaşadığı dünyanın daha adil, insanların daha sevecen olacağına dair -zaten teğelle
bağlı olan inancını -daha da zayıflatırdı. Bir kez daha intihar fikrini gözden geçirdi. Ölümü için de
bir takım fikirler geliştirmiş, Madem hayatına yön verememiş, bari ölümüne yön vermek istemişti.
Bir filmde duymuştu Adam dünyayı arkamda gürültüyle bırakmak isterim diyordu. Onun ölümü de
mutlaka böyle olmalıydı. Ne yazık ki daha inanıp inanmadığını bile kestiremediği Allahın korkusu
bunu da engelliyordu. Hem annesi ve babası da ondan bir şeyler bekliyorlardı. Beklenti karşılama
hastalığına tutulduğunu düşünürdü. Öyle hissettirmese de annesinin ve babasının hayali her heves
başlangıcında karşısına dikilir, balkondan aşağıya atılan erik çekirdekleri gibi hevesleri de ne
tutunacak bir toprak parçası ne de beslenecek bir yudum su bulurdu. Sevmediğini iddia etse de
onlara kendini ispat etme ve gururlandırma dürtüsü de onu bu fikirden alıkoyuyordu. Bu garip
bağımlılık veya bağlılık duygusu onu her gönül ferahlığından, intihar eyleminden bile uzaklaştırırdı.
Oysa ki en büyük hayali ölmekti. Yaklaştıkça heyecanlanıyordu. Otobüse binen yaşlıları gördükçe
nasıl bu kadar uzun süre yaşayabildiklerine şaşırır kalırdı. Onların da hüzünleri olmuş muydu?
Olmuşsa bu yaşta otobüse binecek gücü kendilerinde nasıl buluyorlardı? (Bir daha görmeyeceğine
emin olduğu bu insanlar onu hiç ilgilendirmeyen şeylerden bahseder, hüzünlerinden her nedense
bahsetmezlerdi. Hüzünlerine karşılık bulmayı ne çok isterdi.)
Bazılarına kıyamayıp yer verirdi,(Kıyamamakla acımak’ın ayırdına bir türlü varamamıştı) etine
değmeye çalışan erkekler olduğunda ise pişman olurdu bunu yaptığına. İki etin birbirine değmesi
nasıl bu kadar önemli olurdu anlam veremezdi. Otobüsten iner, sabah yürüdüğü yolu daha pervasız
daha korkusuz yürürdü. Annesi ve ablasıyla uzun zamandır aynı muhitte yaşarlardı. Sağ tarafta
dizili apartmanların ışıklarına, kedilere, çocukluğundan beri pencereden ayrılmayan ve neyi
beklediği belli olmayan Ermeni teyzeye, küçük dükkanlara sahiplerinin gelişigüzel sokağa attığı
çöplere, sol yandaki tahta köprüye, artık plakalarını ezberlediği arabalara çoktan aşinaydı aslında.
Her akşam bu yola alıştığına inanır, sabah uyandığında bir gün önceki çekincesi tekrarlardı. Eve
geldiğinde gün çoktan bitmiş olurdu en azından onun için. Ruhu sancıdığı vakitlerde annesiyle
babasının bir olduğu fotoğraflara bakar, ne zaman çekildiğini çok iyi bildiği fotoğrafların ne
zamandan kaldığını kendi kendine tekrarlardı. O günlerden yeni bir anı çıkartmaya çalışırdı.
Başucunda her zaman birkaç şiir kitabı bulunurdu. Şiirler olmasa hüznünün altında ezileceğini
bilirdi. Aynı şiirlerden her gece yeni yeni anlamlar türetmeye uğraşırdı. Son günlerde ise şunu
okumadan uyuyamazdı.
“ Sular ve hüzünler, yükselin getirin tufanları yeniden. Çünkü onlar dağılalı bir can sıkıntısı ki.. Ah
değerli taşlar gömülen; açılmış çiçekler!. Ve Ece, çömleği içinde korları ateşleyen Büyücü Kadın
bildiğini asla bize anlatmak istemeyecek, bizlerin bilmediğini”1
1 Rimbaud İlluminations
Merhaba evimin meleği olacağım yazısını okuduğumda durum bu kadar kötü değildi.Yada öyleydi de ben farkında değildim. Bu bir ayrılık hikayesi mi olacak bilemiyorum. Uzun olacak galiba çünkü düşüncelerimi toparlayıp düzenleyemiyorum kusura bakmayın. 5 yıllık evliyim 8 yıldır tanışıyoruz.Şimdi yazınca fark ettim azda olmamış. Ben ne yazacağımı gerçekten bilmiyorum aslında sadece yazacaktım ama… Neyse ben üniversite mezunuyum ama düzenli bir işim olmadı hiç.Kpss yi hazırlanmamak için direndim ücretli öğretmenlik, kolejde stajyerlik yaptım vb şeyler yaptım durdum genelde yıl doldurmadan ayrıldım ve bu ayrılıklarım hep başarısızlık olarak değerlendirildi onun tarafından. Kendime güvensiz olduğum hiçbir işi tamamlayamadığım,beceriksizliğim her tartışmanın sonunda her şeyin sebebi kılındı. Kendisi mühendis orta halli bir firmada iyi bir maaşı var.Onun arkadaşları ve eşleri de genelde mühendis ve çalışıyorlar.Bir gün bana iyi bir maaş alamıyorsun çalışma boşuna yorulma evle ilgilen dedi. Bende domestik bir ev hanımı olmaya and içitim.Fakat ev hanımlığına hak kazanabilmem için önce anne olmam gerekiyordu yoksa yaptığım ev hanımlığı değil ev de boş oturmak oluyordu ev hanımı olan kendi annemin gözünde bile bu böyleydi. Ama ona da hak kazanamadım Allah ım yine beni cezalandırmıştı anne olamıyordum. Genetik incelemelerden bio enerjiye kadar her şeyi denedim ama neden yok çare bulamıyoruz dediler. Bende dahil herkes bir neden arıyordu neden için en yakın komşu kapıya gittik yine alışkanlıkla aaa olmaz olur mu bulundu tabi neden ben şişmandım ne şişmanı bildiğin obezdim bunun için hiçbir şey yapmıyordum her şey beni suçumdu. Şişman olduğum için çocuğum olmuyordu iradesizdim işte dikiş tutturamıyordum. Kısacası her şeye müstehaktım. İlk başlarda kocam yüzün çok güzel diyordu Yüzün olmasa ….. Beni sevdiğini söylüyor sonra da o kadar incitiyordu ki anlam veremiyordum beni fazla hassas ve alıngan olmakla suçluyordu. Ne olcaktı ki burdan gönlünü eğlendirir sonra da döner uyurdu ne olcaktı ki.beni sevdiğine inanmıyor olmam benim hassaslığımdandı.Yoksa o beni sever hem de çok severdi. Artık aynı havayı teneffüs eden iki dünyalı kadar birbirimize uzağız. O haklı olmak istediğimi sanıyor o tamam sen haklısın dediğinde her şey hallolsun istiyor her şeyi unutalım istiyor. Deniyorum gerçekten deniyorum ben ama olmuyor acılaşıyorum günden güne.. Bu arada iki sene önce ablam boşandı ve annemle oturuyor bir oğlu var ve çok mutsuz.Olmuyor diyor ekmek dilimden ayrıldı mı olmuyor annem mutsuzum olmuyor diyor. Onlar kocamı seviyorlar annem için süper bir damat Ablam için düzgün bir insan peki benim için… Annem bizde pazar günü annemle gideyim ya da o ailesine gitsin diye düşünüyoruz birbirimizi görmek istemiyoruz daha öncede düşündük bunu. Bilmiyorum dediğim gibi sadece yazmak istedim.Şişman,işsiz,özgüvensiz,kısır,beceriksiz ve daha kötü olan her şeyin müsebbibi olan ben olarak yazmayı hakkım var mıydı bilmiyorum….
Dostum yapma,kendine bunu yapma.Okurken kalbime dokundun.Sanki karşılıklı oturmuşuzda içimizi döküyormuşuz gibi hissettim.Eğer öyle olsaydı,buraya yazacaklarımı sana ;gözlerinin içine bakarak,inanarak söylerdim.Ve sende bunu görebilirdin.Ama maalesef kelimelerin ‘mesafe tanımaz’lığına güvenerek -güvenmekzorundakalarak- yazıyorum.Yazdıklarından anladım,sen onlardan değilsin,Hani şu “kendisi olabilmek için bir adama,bir mesleğe,bir sıfata ihtiyaç duyangillerden.” Sen şu anda yeterince Sensin.Fazlasıyla Sensin.En olması gerektiği gibi, en kendine özgü halinle. Bu saydığım şeyler seni tamamlamaktan ziyade,belki biraz renk katmak,mevcut olan güzelliğini dahada güzelleştirmek için varlar…Bir noktada eğer seni suçlayacaksak -eğer buna çok mecbursak- bu sadece; kendine bu şekilde davranılmasına izin verdiğin için olabilir.İnsan bazen annesine karşı bile mücafele halinde oluyor.Olmadığı biriymiş muamelesi görmemek için.Kendini ifade edebilmek için.Anlaşılmak için…Mücadeleni ver,canını dişine tak.Eşinde olsa annende ablanda…Seni bu denli üzecek şekilde davranmalarına sessiz kalmandansa, hakettiğin şekilde muamele görmek için mücadele ederken yorulmanı tercih ederim.Çünkü biz kadınlar ,çoğunlukla -istemeyerekte olsa- maruz kaldığımız muamele tarafından şekillendiriliyoruz zamanla.Bize uzun bir süre olmadığımız biri gibi davranıyorlar,ve sonunda ‘O’ oluveriyoruz…Kim istersen o olsun,gönlünden geçen ol.ama ‘o’ olma…Çünkü sen en çok ‘sen’ iken güzelsin…