Açık Mutfak

AÇIK MUTFAK

Reçellerimizi yaptığımız mutfakla, lafladığımız salonun arasındaki duvarı yıktırdık, yerine açık mutfak yaptırdık. Yemeğin kokusu salona, salonun sesi mutfağa doldu.

Muhabbetimize siz de buyurmaz mıydınız?


  • Annemin Saçları/ Poren Dayikamin

    Çocuğum, Allah’a şirinlik yapınca dualarımın kabul olacağını sanacak kadar çocuk.Boynumda Elif ba ile Allah’la mini mini konuşmaya başlıyorum.”Dereke,derece,vav,esre”
    O’ndan duaların asla rededilmediği bir günde(Kadir Gecesi) bisiklet istiyorum.Hem de bin defa mı diyeyim, dilim bile artık usanacak reddeye gelinceye kadar.Gözlerim kendiliğinden kapanmış,sabahında babam işe gidiyor.Babamın gidişini göremedim ama gelişini bekliyorum.Öyle ya Allah ebeveynim olarak babamla muhatap olacaktı?Bisikleti babama verip, bana ulaştıracaktı.Vakit geçmiyor , heyecanla kahvaltı yapıp, sokağa atıyorum kendimi.Ufuk çizgisini görüyorum tam oraya kadar bisikletle gidecem deyip kendimi avutuyorum.Gün batıyor, kalbim ise benden heyecanlı.Babam; bankada çalıştığı için her gün gördüğü insan sayısıyla orantılı olarak sinirli gelirdi eve.O gün de epey yorgun epey insan görüp gelmişti.Eli boş! Bir aksaklık olmuştur deyip düzeltilmesini ve babamın da o bisikletle gelmesini bekledim.O kadar bekledim ki üstünden ergenlik sivilceleri geçti.Babam emekli oldu,annem hastalandı.Gün be gün eriyor, “Allah’ım bisikleti unutmadım ama annem kötü,ona yardım et” deyip ellerimi açtım.Ellerim çaresizlikten açılmış olsa da asla günaha bulaşmamış eller annem için açtım.Ergenlik sivilcelerinden yeni kurtulmuş bir ergen de olsam ara ara dua edip annemin gün be gün erdiğini gördüğümde çıldırıyordum.Benim dönemimde jöle furyası vardı.Annemin saçları döküldüğü için kardeşimde jöleden de vazgeçip saçlarımızı kestik.Saçlar üç numara ve annem için dua ediyorum.Her gün okuldan geldiğimde annem koşup başörtüsünü çıkarıp “aaa saçın uzamış anne” deyip güldüyordum.Hatta jöle bile kullandık, sırf keyfi yerine gelsin diye.Saçlarımı bir daha uzatmadım, hala da üç numara saçlarım var.Okuldan döndüğüm bir gün,insan bazen hisseder.O gün bişeyler koptu benden, eve gittim evin önü kalabalık.Kalabalık ailelere sahip olduğumuzdan, annemi ziyarete akrabaları gelmiştir deyip avuttum kendimi.Evin bahçesinde bir “tabut”beynim hala gördüğüne anlam veremiyor.Derken kendimi tabut taşırken buldum.Ama hala ne yaptımı bilmiyorum.Mezarlığa gidiyoruz herkes ellerini açıyor.Ben açmak istemiyorum, ama milletin “puşta bak annesinin taziyesinde dua etmiyor” dememesi için açıyorum.”Ama anne bugun de saçlarını soracaktım, uzamıştı kesin.” diyorum.Elimi yüzüme sürüyorum…
    Bir yerlerden çıkacak gibi eve geliyorum.Battaniye üstümde sabah erken okula gitmem için kaldıracak diye bekliyorum.Tam iki yıl bekldim, gelmedi! Ahmet Kaya’da dinleyemiyorum “hani benim gençliğim anne”Hala dinleyemiyorum üstünden on yıl geçmesine rağmen ve saçlarını kesen kadınları görünce de kin doluyorum.”kesmeyin saçlarınızı lan!”

  • BİR ÇOK-EŞLİLİK VE ÇOK-EVLİLİK MESELESİ

    Bir süredir elim klavyeye, kaleme gitmiyordu. Öyle bir zamanda çarptı ki mevzu burnuma, ortalık pek bir hareketliyken, darbe girişimi bile görmüş bir nesil oluvermişken, bula bula bunu mu yazdın diyeceksiniz belki de.

    Akıveriyor hayat, sevgili dostlar. Dün yakıcı bir haber aldım. Çiçek gibi bir ablam vardı, eşiyle severek evlenmişti; evlilik süreciyle de, dünya ve ahiret algılarıyla örnek bir çiftti onlar. Severek evlendiği eşi, bir ‘hanım’ daha almış. Çiçek abla ise pek kelime etmeksizin hayatına bir şekilde devam ediyormuş. Ki, duymamışız bile ahvalini…

    Bu haberi alınca yokladım zihnimi gayri ihtiyari. Bir şekilde katlanmak yahut boşanmak şeklinde sonuçlanabilen hikayeleri saydım içimden. Son 6-8 senede, anne-baba arkadaşı yaş grubundan başlayarak, aldığım haberleri. Böyle durumlarda boşanmaların çoğunlukta olduğunu saydım, ve bu artık zihin ardı edilmeyen sayılara ulaşmış ki, yeraltı konuşmaları evresini geçirmiş.

    Bu yazıda çiçek ablanın sineye çekiyor görünüşüne getirilebilecek eleştiriler kısmına boğulmadan, bir başka yerden bakacağım. Sineye çekmek yahut çekmemek, böyle bir durumu hoş görmek yahut görmemek, bunların teolojik, sosyolojik, politik vs boyutları uzunca ve çokça tartışılan başlıklar, ve pratikte kişilerin o an içinde başarabildikleri edimlerle sınırlı kalıyor. Dolayısıyla buradan söylenecek herhangi bir şey salkım-talkım boyutundan öteye geçemiyor çoğunlukla.

    Zihnimi sorulara müptela eden kısım, kadın erkek ilişkisinin duygusal boyutunun sosyolojik, belki psikolojik tezahürlerindeki değişimdir esasen, anne babalarımızın neslinde ve onlardan bize. Bir erkeğin çok eşliliğe eğilimine, bunun ‘dini’ kaynaklarına, boşanmaya dair dini kurallara ve menkıbelere filan hiç gelmeyin. Konuşulmayan bir yanına bakalım bu konunun: evlilikte sadakat algısı açıkça değişmiş anne babalarımızın jenerasyonunda ve bizimkinde. Çok eşli babalar vardı muhakkak, ama bugün dindar/muhafazakar/islamcı vs şekillerde adlandırılan camiada artan boşanmaları, yahut boşanmadan artan evlilikleri açıkça duyuyoruz artık.

    Teknik olarak, anlaşamayan, hayatı çekilmezleşmiş insanların birlikte yaşamasını elbette savunamayız, savunamam. Lakin, anlaşılan o ki, ne zaman başladığı farketmeksizin, bugün evlilik kurumunun içinde bulunan çiftler, eskisi kadar tahammül sahibi değiller. Düşen tahammül eşikleri, tehditvari bir söylem ve laçkalaşan ilişki seviyesi getirebiliyor kadın erkek ilişkisine.

    Bunda hayatı çoğu zaman ikilemeler üzerinden okuyor olma ihtimalimiz etkili oluyor diye tahmin ediyorum. Bir insanın, bir nesnenin, bir vakanın sadece bizim gördüğümüz ve görmeye çalıştığımız açılarla mukayyet olmadığını mı unutuyoruz? Parlatılmış haline tav olduğumuz kadınlar ve erkekler, evin içinde cilası dökülmüş bir gerçek insan oluverdiğinde, bu ikisinin aynı kişi olacağını hesap etmiyor muyuz? Ev eğer bir albenili mekan kıvamında olamıyorsa daima, diziden ayrılan figüran mı olunur? Hayatı tek yaşadığımız tüm anlarda birer manken ve asilzade miyiz peki? Gerçekliğin, görünen ve görünmeyen’den oluştuğunu düşünme egzersizi mi yapmıyoruz yoksa? Bunları yapıyorsak, değişen ne ki, bir adamın ve bir kadının ömürlük yaşayıp mutlu olması denen şey bugün artık bir efsane -izlenimi uyandırıyor-?

    Bir diğer nokta, eşiği yükselmiş haz kuyularımızı daha hızlıca ve sonsuzca doldurma alışkanlığının aklımıza galip gelme ihtimali. Kınamıyorum kimseyi, bu çağda yaşayan hemen hepimiz haz kuyusu tatmin etme sorunu yaşayan insanlarız bir yanıyla. Ancak buna odaklanma katsayısı, bizleri renk skalasının tonları yapıyor az çok, dünyayı görüp geçirip gözlemlediğim kadarıyla. Niçin eski toprak insanlar da boşanmaya meylediyor? Dün bunu düşünmeyen anne babalarımız yaşındaki insanlar, niçin bugün bunu daha kolay yapıyor?

    Bu iki nokta, fazlasıyla majör ve dağılmaya müsait. Bir kez daha vurgulamalıyım; tahammül edemeyen insan elbette ki bir kez yaşadığı hayatı zehir etmemelidir fikrindeyim, insani olarak da, dini olarak da bu benim için mantıksal dayanağı olan bir durumdur.

    Hızlı bir değerlendirme olmasın ama, yaşadığımız zamanın hayatlarımızdaki ilkelere baskın gelebildiği bir durumda olabiliriz, bir yanıyla, belki de.

    Benim sorularım şunlar:
    1) Bizden önceki nesil/bugün olgun yaşta olan insanlar, niçin ve nasıl tahammül eşiği daha düşük, haz eşiği daha yüksek oluverdiler?
    2) Yaşıtım olan 25-35 yaş arası evli insanlar, hangi amaçla evleniyorlar ki, evlilik kurumunun bir çeşit tahammül gerektirdiğini hiç düşünmemiş gibi görünebiliyorlar?
    3) Eğer öyleyse, yani böyle kolaycacık vazgeçilebilen bir kurumsa bu evlilik, o halde, amiyane ve net bir tabirle, ‘zengin/mevki sahibi koca bulup evlenip çocuk yapıp ayrılan kadınlar’ niçin bu kadar tu-kaka’dır? Çünkü sosyolojik olarak kutsanan evlilik, her ihtimalde yaşı 30 civarında olan bekar kadın veya evlenip ayrılmış olan kadın için yaralayıcı ve yorucu; aksi gibi, bu durumda olabilen hemen her erkek için de hala 20sinde yeni evlenen delikanlı rahatlığında, elim istisnalar olmakla birlikte.

    Sadakat algısı, haz ve tahammül eşiklerindeki değişim, korkutuyor. Hayır hayır, korkutmuyor, yaralıyor ve toplumdan uzaklaştırıyor insanları. (Ben kadın penceresinden gözlemliyorum ama ayrım yapmıyorum.) Kadın, erkek.
    Ben sadece yaralanmış insanlarla bu toplumun hedefinin ne olduğunu anlayamıyorum, o yüzden sorularımı sordum. Belki cevabı vardır diye.
    Yoksa, doğru soruyu soruyor olmak da yetebilir.

  • Zühd ve takvası, kerem ve cömertliği ile meşhûr hanım evliyâdan, ismi. Nefîse binti Hasen olup, Hz. Ali’nin dördüncü göbekte torunudur. Tâhîre ve Kerîmet-üt-dâreyn lâkabları vardır. 145 (m. 762) senesinde Mekke-i mükerremede doğdu. Annesi, Lübâne binti Abdullah bin Abbâs bin Abdülmuttalib’dir. 208 (m. 823)’de Mısır’da, Kahire şehrinde vefât etti. Medîne-i münevverede yerleşti. Seyyidet Nefîse, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu İshâk-ı Mu’temen (r.a.) ile evlendi. Bu evlilikten Kâsım ve Ümmü Gülsüm isminde iki çocukları oldu.

    Tefsîr, hadîs ve başka ilimlerde âlim idi. Halk onun büyüklüğünü kabul ederdi. Seyyidet Nefîse (r.aleyhâ) ümmî olmasına rağmen çok hadîs-i şerîf öğrenmişti. Kur’ân-ı kerîmi ezbere bilirdi. Çok kerâmetleri görüldü. Kabr-i şerîfi, zamanımıza kadar ziyâret edilmekte ve istifâde edilmektedir.

    Seyyidet Nefîse, otuz defa hacca gitti. Gündüzleri oruc tutar, geceleri ibâdetle geçirirdi ve üç günde bir yemek yerdi. Efendisinden ayrı hiçbir şey yemezdi.

    Seyyidet Nefîse’nin zamanından günümüze kadar Mısır’da bulunanlar ve bütün mü’minler için bereket olduğunu, İslâm âlimleri buyurmuşlardır. Kendini, günahı çok ve duâ etmeğe yüzü yok bilerek, “Hastam iyi olursa veya şu işim hâsıl olursa, sevabı Seyyidet Nefîse hazretlerine olmak üzere, Allah rızâsı için üç Yâsîn okumak veya bir koyun kesmek nezrim (adağım) olsun” deyince, bu dileğin kabul olduğu çok tecrübe edilmiştir. Burada, Allahü teâlânın rızâsı için Kur’ân-ı kerîm okunup veya koyun kesip, sevabı Hz. Seyyidet Nefîse’ye bağışlanmakta, onun şefâati ile, Allahü teâlâ hastaya şifâ vermekte; kazayı, belâyı gidermekte, duâyı kabul etmektedir.

    Zevci ve evlâdı ile beraber, Mısır’a yerleşmek için Medîne-i münevvereden ayrıldılar. Gelmekte olduğunu haber alan halk yollara dökülüp, kendilerine çok hürmet gösterdiler. Herkes, onları, kendi evlerinde misafir etmek istiyordu. Abdullah-ı Çessâs adında velî bir zâtın kullanılmayan boş bir evi vardı. Oraya yerleştiler. Herkes, bereketlenmek ve kıymetli sözlerinden istifâde etmek için Mısır’ın her tarafından ziyâretine gelirlerdi. Ziyâretine gelenlerin sayısı haddi aşınca, onlarla meşgul olmanın, her an Allahü teâlâya ibâdet etmesine mâni olabileceğini düşündü. Tekrar memleketi olan Hicaz’a dönmeye karar verdi. Herkes çok üzülüp yalvardılar ise de, kabul etmedi. Nihayet bu durumu, Mısır emîri Sırrı bin Hakem’e arz ettiler. Mısır emiri bu durumu haber alınca, doğruca Hz. Seyyidet Nefîse’nin yanına gelip, Mısır’dan ayrılmak istemesinin hikmetini sordu. Hz. Seyyidet cevâbında, “Mısır’da ikâmet etmek istiyorum. Lâkin ziyâretçilerim çok fazladır. Ben zaîf bir kimseyim. Evimiz de dardır. Ayrıca gelen ziyâretçilerle meşgul olmak mecburiyetinde kalmam, her an Allahü teâlâya ibâdet yapmama mâni oluyor” diye cevap verdi. Bunları dinleyen Mısır emîri “Falan yerde, şahsıma ait geniş bir evim vardır. Onu size hediye ettim. Lütfen kabul ediniz” dedi. Seyyidet Nefîse bunu kabul edince, Mısır emîri çok sevindi. Seyyidet Nefîse, “Haftada sadece Çarşamba ve Cumartesi günleri ziyâretime gelsinler. O iki gün onlarla meşgul olurum. Diğer günlerde hep ibâdet yapmakla meşgul olmak istiyorum” buyurdu.

    Rivâyet edilir ki, Hz. Seyyidet Nefîse zamanında Mısır’da, dört tane kız çocuğundan başka kimsesi bulunmayan ihtiyar bir kadın vardı. Bunlar iplik eğilirler, her Cum’a günü ihtiyar kadın ipliği pazara götürüp, yirmi dirheme satardı. On dirheme, iplik yapmak için pamuk, kalan on dirhem ile de yiyecek bir şeyler satın alır, gelecek Cum’aya kadar bunlarla idare ederlerdi. Yine bir Cum’a günü, ihtiyar kadıncağız bir hafta müddetince eğirdikleri ipliği, kırmızı bir beze sarıp, çarşıda satmak için yola çıktı. Bohçayı başında taşıyordu. Yolda giderken büyük bir kartal gelip, ipliklerin bulunduğu bohçayı kaparak kaçtı. Kadıncağız da düşüp bayıldı. Kadın kendine geldiğinde, olanları hatırlayıp ağlamaya başladı. Başına toplananlara hâlini anlatıp, “Bir hafta boyunca çocuklarım nafakasız ne yaparlar?” diye sızlandı. Oradakiler kendisine, “Falan yerde Seyyidet Nefîse isminde bir hanım evliyâ vardır. Sen hâlini ona arz et, bakalım ne diyecek?” dediler. Kadın gelip Hz. Seyyidet’e durumu anlattı. Hz. Seyyidet, ellerini açıp duâ etti: Kadına da, “Sen şimdi evine git. Allahü teâlâ her şeye kadirdir” buyurdu. Kadıncağız da evine gitti. Kısa bir müddet sonra Seyyidet Nefîse’ye ba’zı kimseler gelerek, “Biz deniz yolculuğunda idik. Gemimiz bir ara su almaya başladı. Ne yaptıysak su giren yeri kapatamadık. Sizi vesîle ederek Allahü teâlâya duâ edip bizleri o sıkıntıdan kurtarmasını istedik. O sırada büyük bir kartal göründü. Pençesinde büyük kırmızı bir bohça vardı. Gemimizin üzerine gelince, bohçayı bırakıp gitti. Bohçayı açtık, içinde çok miktarda iplik vardı. Bunlarla gemimize su sızan yeri iyice kapadık. Bundan sonra selâmetle memleketimize geldik. Bu hâlimize şükür için, size hediye olarak şu beşyüz dirhemi getirdik, lütfen kabul ediniz.” deyip gittiler. Seyyidet Nefîse, Allahü teâlâya şükredip ağladı. Sonra o ihtiyar kadını yanına istedi. Kadın gelince ona, “Kartalın kaptığı iplikleri kaça satacaktın?” dedi. Kadın “Yirmi dirheme” deyince, Seyyidet Nefîse ona beşyüz dirhemi verip hâdiseyi anlattı ve “Allahü teâlâ senin her dirhemine 25 kat ihsan etti” buyurdu.

    Hz. Seyyidet Nefîse’nin, yahudî olan bir kadın komşusunun hareket edemiyen kötürüm bir kızı vardı. Annesi hamama gitmek istedi. Kızı da onunla gitmek arzu edince annesi, “Olmaz, sen evde yalnız otur” dedi. Çocuk, “Bari sen gelinceye kadar komşumuzun yanında kalayım” dedi. Kadın, Hz. Seyyidet Nefîse’ye gelip çocuğunun arzusunu bildirince o da izin verdi. Kadın çocuğunu getirip gösterilen bir odaya bıraktı ve kendisi de hamama gitti. Kötürüm kız otururken Hz. Seyyidet Nefîse diğer tarafta abdest alıyordu ve abdest suyu kötürüm kızın yanından akıyordu. Allahü teâlânın hikmeti, o kızın aklına, yanından akıp giden abdest suyundan biraz alıp ayaklarına sürmek geldi ve düşündüğünü yaptı.

    Hemen sıhhate kavuştu. Sanki hiç hasta değilmiş gibi ayağa kalkıp yürümeye başladı. Seyyidet Nefîse (r.aleyhâ) bu olanlardan habersiz, öbür tarafta namaz kılıyordu. Kız, dışardan gelen seslerden, annesinin hamamdan gelmiş olduğunu anlayınca, hemen evlerinin kapısına gidip kapıyı çaldı. Annesi kapıya gelip kim olduğunu sorunca, “Senin kızınım” dedi. Hemen kapıyı açıp, kızını sapa-sağlam olarak karşısında görünce “Nasıl oldu da iyileştin? Anlat” dedi. Kız olanları anlatınca, kadın hüngür hüngür ağlayıp, “Vallahi bizim dînimiz bâtıldır. Onun dîni haktır” dedi. Hemen gidip Hz. Seyyidet’in elini öptü, ayaklarına kapandı, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Hz. Seyyidet Nefîse de, bu hâle sevinip, bu ihsanından dolayı Allahü teâlâya hamd ve şükretti. Sonra kadın evine gitti. Kızının babasının ismi Eyyûb olup, kavminin ileri gelenlerinden idi. Akşam eve gelip kızının sağlam hâlini görünce, sevincinden aklı gidecek gibi oldu. Hanımı hâdiseyi ve müslüman olduğunu anlatınca, kendisinden geçer gibi oldu ve “Yâ Rabbî! Sen dilediğine hidâyet verirsin. Vallahi, İslâm dîni haktır. Bizim şimdiye kadar bulunduğumuz din bâtıldır” dedi. Sonra Hz. Seyyidet’in hanesine gelip, yüzünü gözünü kapının eşiğine sürdü ve Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Kızın iyileşmesi ve annesinin, babasının müslüman olmaları hâdisesi, kısa zamanda her tarafa yayıldı ve komşu yahudilerden bir çoğu da îmân etti..

    Hıristiyan bir kadının, genç bir oğlu vardı. Bu genç, bir sefere çıktı ve yolda, esir düştü. Annesi kiliselere gidip çok araştırdı ise de, oğlundan bir haber alamadı. Birgün kocasına, “Bu şehirde Seyyidet Nefîse isminde, duâsı makbûl olan bir hanım varmış, ona git. Belki çocuğumuzun bulunması için duâ eder. Eğer onun duâsı hürmetine oğlumuz bulunursa, ben de o hanımın dînini (İslâmiyeti) kabul edeceğim” dedi. Kocası gelip, Hz. Seyyidet’i buldu ve durumlarını anlattı. O da duâ etti. Adam eve gelip hanımına, “Oğlumuzun bulunması için duâ etti” dedi. Gece olunca evlerinin kapısı çalındı. Kadın kalkıp kapıyı açınca, oğluyla yüz yüze geldi. Kadın hem hayret etti, hem de çok sevinip, nasıl geldiğini sordu. Genç, “Nasıl geldiğimi ben de biniyorum. Ancak, beni bağladıkları zincirin üzerinde bir el gördüm ve (Bunu salın. Buna Seyyidet Nefîse şefâat etmiştir) diye bir ses duydum. Zincirlerim çözüldü ve birden kendimi burada buldum” diye anlattı. Gencin anlat tıklarını dinliyen annesi hemen müslüman oldu.

    Bir zaman Nil nehrinin suyu iyice çekildi (azaldı). Öyle oldu ki, Mısırlılar ihtiyaçlarını karşılayamaz oldular, susuz kaldılar. Kendisine müracaat edip, “Ne yapalım?” diye sordular. Onlara bir parça bez verdi. Bezi nehre sokup çıkardıklarında, su çoğalmaya başladı ve normal seviyesine yükseldi.

    Zâlim bir kimse, eziyet etmek için bir adamı çağırttı. O adam Seyyidet Nefîse’ye (r.aleyhâ) gidip, yardım istedi. Kurtulması için duâ ettikten sonra, “Gidiniz. Allahü teâlâ seni zâlimlerin gözünden saklar” buyurdu. Adamcağız, zâlim kimsenin adamları ile beraber, onun huzûruna vardılar. Zâlim, “O kimse nerededir?”, diye sordu. “Huzurunuzda duruyor” dediler. “Benimle alay mı ediyorsunuz?” Ben onu göremiyorum” dedi. Adamları “Bu adam buraya gelmeden önce Hz. Seyyidet Nefîse’nin yanına gidip duâ istedi. O da buna duâ etti ve (Gidiniz Allahü teâlâ seni zâlimlerin gözlerinden saklar) buyurdu” dediler. Zâlim kimse bunları duyunca, demek ben zâlimim, dedi. Yaptığı işlere çok pişman oldu. Başını eğip tövbe ve istiğfâr etti. Biraz sonra başını kaldırdığında, o kimseyi karşısında duruyor gördü. Yanına çağırıp ona sarıldı. Kendisine kıymetli elbiseler ve başka hediyeler verip yolcu etti. Sonradan da Seyyidet Nefîse hazretlerine yüzbin dirhem gönderip “Bu, Allahü teâlâya tövbe etmesine vesîle olduğunuz kulun şükran borcudur” dedi. O da bu paranın hepsini fakîrlere dağıttı.

    İmâm-ı Şâfiî ve başka âlimler, kendisini perde arkasından ziyâret eder ve sohbetlerinden istifâde ederlerdi.

    Bir zaman İmâm-ı Şâfiî hazretleri hastalandı. Talebelerinden birisini Seyyidet Nefîse’ye gönderip, hasta olduğunu, şifâ bulması için Allahü teâlâya duâ etmesini istedi. O talebe gelip Seyyidet Nefîse’ye durumu arz etti. O da duâ etti. Talebe henüz hocasının yanına dönmeden İmâm-ı Şâfiî iyileşti. Başka bir zaman İmâm-ı Şâfiî yine hastalandı. Yine bir talebesini, duâ için Seyyidet Nefîse’ye gönderdi. Hz. Seyyidet, “Allahü teâlâ ona çok rahmet eylesin” buyurdu. Talebe gelip bunu hocasına arz edince İmâm-ı Şâfiî, bu hastalığının vefât hastalığı olduğunu anladı, vasiyetini yaptı. Cenâzesinde Hz. Seyyidet Nefîse’nin bulunmasını da vasiyet etti. Hz. İmâm-ı Şâfiî vefât ettiğinde, Seyyidet Nefîse çok zayıf olduğu için gelemedi. Cenâzeyi Seyyidet Nefîse’nin bulunduğu yere getirdiler. Cemâatin en gerisinde durup, cenâze namazında imâma uydu. Namazdan sonra bir ses duyuldu ki, “Allahü teâlâ, İmâm-ı Şâfiî’nin ve onun namazında bulunan Seyyidet Nefîse’nin hatırı için, cenâze namazında bulunan bütün kimseleri affetti” diyordu.

    Seyyidet Nefîse hazretlerinin kardeşi Yahyâ’nın, Zeyneb isminde bir kızı vardı. Bu Zeyneb dâima, halası Seyyidet Nefîse’nin hizmetinde bulunurdu. Şöyle anlatıyor: “Kırk sene hizmetinde bulundum. Lâkin bir defa uyuduğunu ve bir defa yemek yediğini görmedim. Birgün kendisine, “Halacığım, Nefsine çok zorluk veriyorsun” dedim. Bana “Ben nefsime çok zorluk vermiyorum. Nefs çok zorluk çeker, beden çok ibâdet ederse, kurtulmak ümidi çoğalır” buyurdu.

    Evinin önünde, kendisi için bir kabir kazmıştı. Kabre iner, orada namaz kılardı. Orada altıbin hatim okumuştu. Vefâtı yaklaştığı sırada oruclu idi. Hastalığı ağırlaşınca kendisine, orucunu bozabileceğini söylediklerinde; onlara, “Siz ne diyorsunuz? Ben otuz senedir oruclu olarak vefât etmem için duâ ediyorum” buyurdu. En’âm sûresini okumaya başladı: “Düşünen ve hakkı kabul edenlere, Rableri katında Cennet vardır.” (En’âm-127) âyet-i kerîmesine gelince vefât etti. Cenâzesi çok kalabalık oldu. Şehirli-köylü, büyük-küçük toplanıp ağladılar ve kendi eliyle kazdığı kabrine defn ettiler. Derb-üs-Siba’ denilen yerde medfûndur. Kabri üzerinde bir nûr ve heybet vardır. Her taraftan ziyâretine gelinir. İmâm-ı Şa’rânî hazretleri, “Ehl-i beyt içinde tasarrufu en fazla olanı, Hz. Nefîse’dir” buyurdu.

    Zevci, cenâzesini Medine’ye götürmek istedi ise de, halk çok ısrar edip vazgeçmesini istediler. Nitekim rü’yâda Peygamber efendimizi (s.a.v.) görüp, kendisine, “Mısırlıları kırma Nefîse’nin bereketi ile ora halkına rahmet iner” buyurunca, cenâzeyi Medîne’ye nakletmekten vazgeçti.

    KAYNAKLAR

    1) Meşâhir-ün-nisâ cild-2, sh-267

    2) Nûr-ul-ebsârsh-188

    3) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh-256

    4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1067

    5) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh-21

    6) El-A’lâm cild-8, sh-44

    7) Vefeyât-ül-a’yân cild-5, sh-423

  • AŞIRI KULLANIŞLI KELİMELER ÜLKESİ

    Dilimizdeki bazı kelimeler çok güzel. Bazıları ise içinde taşıdığı mananın çok dışında kullanılır güzel ülkemizde. Bu kelimeler aşırı kullanışlıdırlar, her şekle girebilirler, her duruma müsaittirler! Mesela bir kelimeyi hem küfür etmek için, hem aşağılamak için hem de övmek için kullanabilirsiniz. Türk Dil Kurumu’nun müsait kelimesi için “Flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın), kirli için ise “Aybaşı durumunda bulunan (kadın)” tanımlamasını yapması aslına bakarsanız tam da içinde bulunduğumuz toplumun bakış açısının yansıması.

    TDK değil ama bizzat kadınlar meclisinde ‘kadın’ kelimesinin nasıl tanımlandığını, içinin nasıl doldurulduğuna bir kez daha şahit oldum. Hummalı konuşmaların arasında kendimi bulmuşken konuya dahil olup, bulunduğum ortamdan zevk almaya bakayım diye düşünmüştüm o gün. Konu kadınların erkeklerden çektiklerine gelmişti tabiki. Mücadeleci, her şeyi yüklenen emekçi kadınlar şimdiki akılları olsa çok farklı davranışlarmış. Ben de yaşamış olduğum bir örneği anlatıp, ortamın kıvamını yakalamışken, kendimi şöyle bir konuşmanın içinde buldum;

    __ “ Sen bir bayansın seninle nasıl böyle konuşur.’’
    __ “ Ben bayan değilim, kadınım.’’ (ortam buz kesti, hayretler şaha kalktı burada efenim)
    __ “ Olur mu canım ne kadını!”
    __ “ Nasıl yani ben kadın değil erkek miyim?” ( ikinci şok, kafalar karıştı)
    __ “ Hayır sen kızsın.’’
    __ …..

    Aslında ne demek istediğini çok iyi anlamıştım ama maksat ortamı şenlendirmek, biraz algılar ile oynamaktı Ben kadın değil kızdım çünkü kadın demek bakire olmayan demekti, kadın demek evli olmak demekti. Bakireliğini kaybedince kadın oluyordun. Bekar ve bakire isen kızdın. Varlık olarak dişilik bir sürece tekabül ediyor çünkü. Regl olunca genç kız, evlenince kadın, çocuğun olunca anne olursun. Piramidin en üstü anneliktir. Ve böylece bu süreci layığı ile tamamlayıp, kutsallığa erişiyorsunuz. Tebrikler! Bu piramidin çeşitleri mevcut kadınlar aleminde bu arada. Mesela; dul, yollu, müsait, serbest katmanları falan da var.

    Şimdi kadın kelimesinin toplumumuzdaki manasına yeniden göz atalım;

    1)Bakireliği bozulmuş olan
    2)Eve temizliğe gelen
    3)Fahişelik yapan vs.

    Toplumun kadın kelimesine bakışı bu. Ve malesef bazı kadınlar ve topluluklar da bunu kabullenmiş durumda. Peki, TDK’ninki nasıl dersiniz, buyurun;

    1) İsim, erişkin dişi insan, hatun, hatun kişi, zen
    “Yanlarında, kendileriyle ahbaplık edecek dostlar, hizmetlerine koşacak kadınlar veya erkekler görmek isterler.” – A. Ş. Hisar

    2) Sıfat, analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri, becerileri olan

    3) Hizmetçi bayan

    4) Bayan

    Velhasıl, TDK aslında biziz!

  • Sosyal medya bir terapi mi?

    Sosyal medya hayalimizdeki hayatı biranda avuçlarımıza sunuyor. Evimizin en güzel köşesini, çocuğumuzun yaptığı birbirinden sevimli hareketleri, bebeğimizin ilk adımını, ilk tatilini, ilk adım atacağı ayakkabıyı, özel düğün için aldığımız marka elbiseleri, binbir rötuşla en güzel çıkan halimizi, ayda yılda bir gittiğimiz fakat hergün orada yaşıyormuşçasına en lüks mekanlarda yediğimiz yemeklerin fotoğrafını instagrama koyup imkanlarımız ölçüsünde sanal mutluluk yaşıyoruz. Hızlı geçen zamanımızı ya da biraz eksik olan egomuzu tatmin ediyor, iyi hissediyoruz var mı ötesi. Ne yazık ki ötesi olanlar da var.

    Birkaç ay içinde neredeyse 10 arkadaşımın boşanma seviyesine geldiğini ya da boşandığını öğrendim. Çok şaşırdıklarım ya da hiç tepki göstermediklerim oldu. Ama en çok şok olduklarım ise sosyal medyada dünyanın en mutlu çifti pozları verenler. Bunu da bizzat sordum. “Ama siz çok mutlu görünüyordunuz. Nasıl yani? O fotoğraflar neydi peki? ” diye başlayan cümlelerim ve sonu gelmeyen dertli anlatımlar. Genel olarak ifade edilenler ise şöyle: “o fotoğraflar aslında her yeni başlangıç için çabaladığımız anlar, sadece fotoğraflarda öyle aslında hergünümüz kabus, koca bir boşluğu burada doldurmaya çalışıyorum, nereden bilebilirdim böyle olacağını, erkeklere sakın güvenme, boşver en iyisi bekarlık…” Şeklinde bir yığın serzenişler. Hepsinin farklı farklı sorunları olduğu belli. Hani ‘okumuş tahsilli kibar diye nitelendirdiğimiz, namazında niyazında beyefendi sessiz ya da çok çalışkan iyi para kazanıyor başkasına bakmaya bile vakti yok’ dediğimiz tablo vari insanlar var ya işte bunlardan bazılarını bir duyuyorsunuz, eşine şiddet uygulamış, diğeri aldatmış ötekisi başka birine aşık olmuş gibi binlerce hikaye… Demem o ki iş ne namazda ne de zenginlikte bitiyor. Erkek ya da kız diye ayırmadan ifade etmek istiyorum. Çünkü artık devir değiştiği gibi rollerde değişti. Genel hatlar aynı olabilir elbette ama her şeyden önce ihtiyacımız olan tek şey insan olmak ve saygı çerçevesinden dışarı çıkmamak. Dinlediğim hikayelerde sadece kahramanlar farklı, olaylar hep aynı. Bir evliliğe artık sadece yalanlar değil, siyaset bile dahil oluyorsa toplum olarak pek de sağlıklı nesillerin geleceğinden ümitli değilim. Şimdi herkes güçlü. Herkesin söz hakkı, parası, kariyeri, ailesi, ideolojisi, yaşam tarzı ve çevresi var. Kimsenin kimseye tahammülü yok. Herkes kendi başına bir iktidar, bir güç kaynağı.

    Evet artık sosyal medya hayatımızda karşı koyamadığımız alışkanlık ve topluma tutunma çabası için büyük bir araç haline geldi. Kim ne yapmış, neyi nasıl ifade etmiş, en çok neler beğeniliyor demeden neredeyse günümüzü geçiremiyoruz. Evli biri değilim ama çevremdeki genel olarak mutlu olan çiftlerin sosyal medyayı kontrol altına aldıklarını görmekteyim. Tabiki insanın sosyal olması gündemden uzak olmaması gerekli ve güzel bir şey. Ama evlerimizde, ailemizde ve çocuklarmızda bunu nereye yerleştiriyoruz bunu düşünmek gerek. Artık çocuklar fotoğraf çektirmeden önce ‘instagramda mı paylaşacaksın’ ya da ‘anne baba beni böyle paylaşır mısın?’ diyerek yetişen bir nesle doğru gidiyor. Bilemiyorum tabi belki bende öyle olacağım ama olmamak için elimden geleni yapacağım. Sadece fotoğraflardaki yaşantıyı içgüdüsel olarak hissedip sosyal medya yoluyla sağlamaya çalıştığımızı düşünüyorum. Her fotoğraf ya da her sosyal medya kullanıcısı için konuşmuyorum elbette. Ama orada ötelenmiş hayatların olduğu kesin. Yaşadığımız hayatın fotoğrafı mı yoksa yaşamak istediğimiz hayatın fotoğrafı mı bizi mutlu ediyor? İlki bence. En azından uzun vadeli…

  • Bu Mevsim Emperyalizme Bahar, Sana Harp.

    Her mevsim ayrı kokar
    Kimi mevsimler harp..
    Ayrılık, hasret, hüzün en çok da.
    Kimi mevsimler harp kokar,
    Harp mevsimindeyiz dostlar
    Bu mevsim kırmızı baştan aşağı
    Hüzün ayrılık hasret.
    Harp mevsimindeyiz dostlar
    Bu mevsim emperyalizme bahar, sana harp.
    Bir çocuk ağlıyor bak
    Sesi ta omuzlarıma değiyor
    Dizlerim titreyecek olsa
    bu sese tutunur baharı bulurum
    Harp mevsimindeyiz dostlar
    Harp mevsimleri,
    ne kışa ne yaza ne de bahara benzer
    Harp mevsimi harp mevsimidir,
    Pencerene gökdelenler vurur
    rüzgara versen kurşunlar deler yüzünü
    Rekabet;
    şakaklarından içeride tohum verir.
    Alaycı bakışları tüm çirkin güzel yüzlerin, dolar sarhoşluğu.
    Güzel çirkinlerin, kitaptan saray sarhoşluğu.
    Harp mevsimindeyiz dostlar
    Gökyüzüne bulut avına çıkan gözlerim
    naylon bulutların arasında
    bir damla olup yere düşmeden yok olur.
    Harp mevsimi harp mevsimidir işte
    Bu mevsim yağmur yerine öfke, kin yağar.
    Balkon köşelerinde biriken karın kırmızısını
    ya da kar mıydı bilmiyorum
    Ama kırmızı bir şeydi herkesin eline bulaşan.
    Dört mevsim yoktu beş mevsimdi
    Harp mevsimi harp mevsimidir.
    Bu mevsimde toprak yoktur
    asfalt vardı,
    altında toprağın
    üstünde insanın can çekiştiği.

  • Sizin bir temizlik hatıranız var mı?

    Kırk yıldır değişen dünya düzenine, modernleşen kültüre, tatilleşen bayramlara, alışveriş tutkusuna, birbirini görmekten aciz olma durumuna velhasıl bunların hepsine meydan okuyan tek bir şey vardır ‘aile sesi.’

    O sesi en çok da bayramlarda arıyor insan. Koskoca bir evde anne eline alışkın eşyalar, baba elini bekleyen tamiratlar başkasını asla kabullenmek istemez. Neyi tutsanız elinizde kalır ya da yaptığınız hiçbir şeyin tam olduğunu hissetmezsiniz. Gözünüzü kapatsanız yaptığınız temizliğin bile anneniz tarafından eleştirilip beğenmediğinde kızdığınız vakitler aklınıza gelir. Sonra şöyle bir toparlanıp cam, pencere, halı vs. yeniden başlarsınız hepsine. Demem o ki temizlik bile yeri geliyor hatıra oluyor. İllaki herkesin anne kız, baba-kız ya da baba oğul aklınıza gelen binlerce temizlik hikayesi olmuştur.

    Bayram kapıdan girdiğinde mütemadiyen kendini hatırlatıyor. Bayram temizliğinin hikayesi böyledir. Annelere siner, kızlarına sirayet eder, evin her köşesi o günü özellikle bekler. Sanki o bayram günü herkes evin pencerelerine bakarak yürürcesine, eve gelenler koltukların altını kontrol edercesine, avizeleri aşağı indirip toz var mı diye kontrol edercesine, herkes Ramazan boyunca ilk kez o evde yemek yiyeyecekmişçesine, perdeler sanki bütün bir yıl yıkanmamışçasına hummalı bir temizlik yapılır. Unuttuğum birsürü şey olduğuna eminim onları siz tamamlayınız. Küçüklüğümden beri hiç anlam veremesemde bu duruma, bayram geldiğinin hissini veren en tatlı telaşlardan biri de buymuş aslında. Sanırım bunları rengi eksilmiş bayram geçirenler anlayabilir. Doğrusu ‘nerede o eski bayramlar’ diyecek yaşta değilim. Fakat bana göre ömrümüzden düşen her dakika eski oluveriyor. Yaşadığımız her anı ‘en son o günü’ hatırlayacakmış gibi devam ediyoruz nefes almaya. Taki bir önceki hatırayı unutturacak günlere kadar…
    Her şeye rağmen Ramazan Bayramı’na ulaştık. Acı veya tatlı bir öncekini unutturacak güzel günleriniz ve bayramlarınız olması temennisiyle Ramazan Bayramımız Mübarek olsun.

  • Rumuz : Adı Yok

    Sizin de Bayramınız Kutlu Olsun!

    Ben kimim? Nerdeyim? Bunu neden yapıyorum? Bu bayram bulaşık yıkarken aklınıza gelen sorulardan bazıları bunlarsa, merhaba ben de sizdenim!

    Bayram sabahı kalktınız, yola çıktınız. İlk olarak beyefendinin ailesine gidilecek. Sebep? Çünkü ziyarete “oğlan” tarafının ailesinden başlamak en önemli farzlardan biri, yani farz olmasa bile sünnettir diye düşünüyorum. (!) Bu kısım çoğu kişi için klasik zaten. Neyse, içeri girdiniz, el öpme faslı tamamlandı, ne görüyorsunuz? Mutfak tezgahında sizi bekleyen 10 adet soğan. O an anlıyorsunuz ki, mutfaktaki mesainiz belirlenmiş. Gelsin patatesler, patlıcanlar, biberler… Yemekleri yaptınız, nihayet oturdunuz. Zil çaldı. 15 kişilik misafir grubu teşrif ettiler. Tebrik kısmı zaten kısa sürüyor, hemen sofra kurulmalı ama o da ne? Misafirler tok gelmişler. Sadece tatlı yiyip gidecekler. En azından bulaşık miktarı azaldı, sevinebilirsiniz. (!) Şimdi tabakları hazırlayın, peçeteleri çıkartın. Odadaki herkes ağa / hanım ağa gibi otururken, siz o evin gelini olarak hizmet etmekle yükümlüsünüz. İşinizi iyi yapın ha, sakın malzeme vermeyin karşı tarafa. Konsantre olun, sizin kimseyle konuşmanıza gerek yok zaten, orda bulunma amacınız “hizmet”. Eğer sizinle ilgili merak ettikleri şeyler varsa içeride temsilciniz olarak eşiniz var, soruları ona yöneltiyorlar endişe etmeyin. Tabakları götürün, içecek servisi yapın, siz servisi bitirene kadar birilerinin tabağı bitecektir nasılsa. Boşalan tabağı, bardağı mutfağa taşıyın ve bulaşığa girişin. Şunu bilin ki, o evde kimsenin yaşının, cinsiyetinin veya ailedeki konumunun önemi yok, konsept şu şekilde; “o evin gelini ve diğerleri”. Misafirler evden ayrılırken mutfağa kafalarını uzatıp “kolay gelsin” demeyi eksik etmezler, rahat olun. Günün sonunda görevinizi tamamladığınızda üstünüze sinmiş yağ-salça-soğan kokusuyla annenize gitmeyi hakettiniz. Tebrikler! Sizin de bayramınız kutlu olsun.

    Lafı çok uzatmayacağım. Ben, bu ve benzeri durumlardan çok rahatsızım. Bazıları ne var canım bunda, bayram günü iki kap yemek yapmışsın, üç beş tabak yıkamışsın diyecektir. Durum şu ki, bu işlerin bir zorunluluk olarak üzerime yüklenmesine, görünmeyen bir hiyerarşi oluşturulup, (kız / gelin, büyük gelin / küçük gelin ya da misafirliğe gelen ailenin gelini / misafirliğe gidilen ailenin gelini vb. ) bunun üzerinden görev tanımlaması yapılmasına sinirliyim. Bayram günü dediğimiz şeyin bazıları için sofra kurup kaldırmak ve bulaşık yıkamaktan başka bir şey ifade etmesine izin verilmemesine kızgınım.

    Peki, bu “yazılı olmayan kurallar” sadece bayramda mı geçerli? Hayır. İşin diğer kötü tarafı ise, ne kayınvalide konumunda olan kadınların, ne kayınpederin, ne de eşlerin bu konunun sıkıntısını idrak etmesi mümkün gibi gözükmüyor. Zira kendi annem bile bunun böyle olması gerektiğini düşünürken umutlu olamıyorum. O zaman, şu cümleyi kendi kendime tekrar etmem gerek : “Belki de bir tek ben sorun ediyorumdur, belki de bütün bunlar gerçekten olması gerekendir.” Ne dersiniz?

    • malesef erkek ve ailesini bizler çıkartıyoruz en üst mertebelere. Sonra gelenek halini alan saçmalaıklar abidesi… Bu duruma sebep olan da aslında anneler ve kabulleniş. Her zaman söylerim bir erkeği yetiştirmek, bir nesle yön vermektir. Amaç erkek çocuğunu “erkek” yada kız çocuğunu “kız” gibi yetiştirmek değil, insan gibi yetiştirmek olmalıdır… hayırlı bayramlar

  • BEN “GÜN” SEVMİYORUM
    Beni en çok geren “az samimi” “gün” oturmaları, komşu oturmaları…Ben neden burdayım, dediğim durumlar…
    Önce kapıda “hoşgeldin, nasılsın? ” sonra içerde “hoşgeldin, nasılsın? ” tekrardan. Cevap “iyi değilim bu aralar” denemeyecek, dense, herkes söyleyene şöyle bi dönüp bakacakmış gibi.Ezbere bir “İyiyim komutanım!” yapıştırmalısın zira “nasılsın” sorusu cevabı merak edildiğinden değil -çoğu şey gibi- prosedür gereği sorulur ve geçilir, lütfen bilelim.”Pek iyi değilim” bile diyemeyeceğim birinin elinden, niye bir Suriyeli ailenin 3 günde yiyebileceği kadar pasta börek ikramına nail oluyorum onu anlamadığım için bence böyleyim.
    Pasta börek konusu zaten ayrı bir samimiyet sorunu bence.Hanım ablam,teyzem kaç saat uğraşıp emek edip 10 çeşit ikram yapmışsın, tamam eline sağlık da… “Ay valla kusura bakmayın bi şey de yapamadım.”cümlesini kurmayana yemeğin sevabı mı verilmiyormuş? Az, biraz samimi olsan da o cümleyi kurup övgü beklemesen…”Olur mu canım bir sürü şey yapmışsın, döktürmüşsün” yerine “Evet ya cidden yapmamışsın neyse artık “deseler gözlerini kocaman açacağın, belki de kovmaktan beter edeceğin kadınlara bu izzet ikram neden?Dostlar marifet görsün tabi.
    Herkesin yediği, ev sahibinin çay doldurmaktan iki kelam etmeye fırsat bulamadığı ev oturmaları…O kadar sıkıcı, o kadar cümlenin sonu tahmin edilebilir, o kadar bol kahkahalı ama bi o kadar da alıngan ve az samimi…Kimsenin kimseyi tam olarak dinlemediği, belki umursamadığı, kafa şişiren ama gündelikten öteye de geçmeyen cümleler…Hep kendinden bahseden, küçük dünyalı,yüzeysel ve hayret celbetmeyen düz bakış açıları…
    Sadece sıkılıp, susup oturunca bile “terbiyeli kız maşallah” olabildiğim…Evet, ben “gün” sevmiyorum.

  • Temel taşlar, dostluk ve sadakat üzerine bir takım notlarım,

    Hayat her zaman akışına bırakılabilecek kadar ilgisizliği, pervasızlığı ne yazık ki kabul etmiyor. Evet ne yazık ki hayatlar filmlerde gördüğümüz gibi arkadan fon müziğiyle o saniyeye farklı bir perspektif geliştirmiyor.

    Ama,
    hayatı kolay kılabilen o kadar güzel bir şey var ki, yıllara kendini adamış, yıllarla kendine yeni bir anlam katmış ; SEVGİ..

    Tabi sevgi adlı duygu da her kalpte yeşermiyor. Herkesin kriteri var herkesin her şey hakkında ayrı bir düşüncesi. Ortak payda nedir diye düşününce o dünyaya açılan camlar var ya, göz diye adlandırmışız onları hani, işte göz göze deyince hissettiğin ya da aradığın ŞEY.

    Kimi anlık mutluluk arar, eve gidince sadece eğlendim, kafam dağıldı diyebilmek için, kimi yanına yakışan insanı arar, kimi güven, kimi saygı, kimiyse sadece önemli olduğunu hissedebilmek..
    Yok yok hayır, burada bahsettiğim aşk değil, ben dostluğun tam kendisinin tanımına talibim. Bu tanımın yolu girift, yolları çıplak ayakları mahvedecek kadar taşlı, su bulamayacağın kadar da kurak. Bazen de kendini unutturacak kadar da feda-karlı.

    Kaçırmamız gereken bir yer var ki o da muhakkak fedakarlığın sadece bir taraftan gideceği düşüncesinin yanlışlılığı. Çünkü, adı üstüne hem feda ediyorsun hem de bir yerden kar elde etmelisin. Yanlış anlaşılmasın bu öyle şatafatlı bir kar olmaz çoğu kez, bazen bir gülücükte kendini görmek, bazen bir cümlede kendini iyi hissetmek.

    Eğer bir şekilde sevdiklerinden kopup başka sehire, ülkeye gitmişsen orada kurduğun ya da kurduğuna inandığın dostluklar senin ailen oluyor. Onlara annene, abine mızmızlanır gibi nazın sonsuza geçecek gibi davranmaya başlıyorsun. Peki sonra ne mi?

    BAM!

    Ya çok şanslısın BİNGO! harikulade insanlara denk geldin ve gözleri senin kalbine dokundu. Beni anlayan var be diye belki biraz şımardın bile çünkü baksana 5 yılın geçmiş beraber. Harikasın! seni şuan kıskandım..

    Ya da..
    Üzgünüm, yukarıda anlattıklarım ılık yaz akşamında uzandığın hamakta yüzünü okşayan rüzgarsa senin yaşadığın uykuda Burj Khalifada camdan dışarıya atılmak. Küçükken herkesin rüyasına giren camdan dışarı yatakla atılmakla ve senin bunu engelleyemeşinle aynı şey bahsettiğim.

    Dünya böyledir, senin hayatındaki en değerlilerini oradan oraya savurmak için elinden geleni arkasına koymaz. Unutmamak ve atlanmaması gereken en önemli nokta Dünyanın bir gün ters yüz olup ne var ne yok ortaya döküleceği olsa gerek. Varsın olsun hayat kuramadığımız dostluklarla sınasın sadece bizi. Belki bunlar kulağa küpe kalbe ihtar olur, olacaktır.

    Küçük eski dostuma ithafen..

Zehra Nur Canpolat için bir cevap yazın İptal Et