Açık Mutfak

AÇIK MUTFAK

Reçellerimizi yaptığımız mutfakla, lafladığımız salonun arasındaki duvarı yıktırdık, yerine açık mutfak yaptırdık. Yemeğin kokusu salona, salonun sesi mutfağa doldu.

Muhabbetimize siz de buyurmaz mıydınız?


  • Soğuk kış gününde bir fincan kahve mis gibi boğaz manzarası eşliğinde turuncu gözlüklerimle yazımı yazıyorum kafamda dönüp duran onca kelimeden cümleler kurmaya başlıyorum. Yazarken ne mi düşünüyorum? Aslında her zaman düşündüğümü ancak tek bir farkla, farklı bir gözlükle. Çünkü hayata farklı bakmamı sağlayan çok cesur olduğunu düşündüğüm biriyle bir “kadın”la tanıştım. Sahi siz de biraz da olsun düşünmüşsünüzdür değil mi neyiz? Kimiz? Ne için yaşıyoruz? Ve en önemlisi kimliğimizi kim oluşturuyor? 20 yaşındayım. Ve bu zamana kadar başıma gelen en kötü şeyleri sıralayıp durdum hep. Kimi zaman istediğim bölümü kazanamamış olmam ya da ilkokul da takdir veya onur belgesi alamamış olmam hatta babamın bana o çok istediğim pembe renkli bisikleti almamış olması bile beni üzmüş ve düşündürmüştü. Bu mu yani dediğinizi duyar gibiyim: Evet gerçekten de öyleydi. Kısacası daha “hayat” denen kavram hakkında fazla bir bilgim yoktu. Bundan bir hafta önce ismini sıklıkla duyduğumuz AYŞE TÜKRÜKÇÜ ile tanıştım. Haberlerden, Youtube ’dan izlemişsinizdir. Dokuz yaşında amcası tarafından tecavüze uğrayan, genelevde yaşayan sonrasında da evlenip kurtulan ama tekrardan eşi tarafından oraya gönderilen, sokaklarda yaşayan, yemek artıkları ile beslenen Ayşe Tükrükçü’den bahsetmeyeceğim. Çünkü ben bugün size : dokuz yaşında ağır bir travma yaşayan ama içindeki çocuğu her zaman sahiplenmiş olan bir kadınınla tanışmış olmanın vermiş olduğu hayranlıktan bahsedeceğim.

    Blogda ki arkadaşlarla gittiğimiz lokanta da blog’dan gelenlerin arasında bir bayanın tatlı mı tatlı bir kızı vardı, bir ara Ayşe Hanım'a baktığım zaman kız çocuğunun saçları ile oynuyor hatta örmeye çalışıyordu. Aslında kimse memnun değil, değil mi hayatından? Bende değildim. Çünkü hepimiz hep daha iyi biri, daha güzel biri ,daha zeki biri, daha daha ve daha da daha sonu gelmeyen istekler ve beklentiler içerisinde yaşıyor hayatı . Oysa ki biz zaten iyiyiz. Nasıl mı? Çok basit. Çünkü dokuz yaşında öğretmeniniz tarafından ‘hala iki kere ikinin cevabını nasıl bilmezsin?’ diye cetvel yediyseniz veya oyun oynamaya dalıp da anneniz evin camından bağırarak tüm mahalleyi ayağa kaldırarak isminizi haykırdıysa çokta kötü bir çocukluk sayılmaz bence. Dokuz yaşında vücudunuzda büyük ellerin
    dolaşmasının sebebini düşünmek zorunda kalmadıysanız işte çocukluk. Tüm bunlar kafamda dönüp dururken bir yandan da Ayşe Hanım;la sohbetimiz devam ediyordu. Onu tanıdıkça ona olan sevgim artıyor sohbet daha da keyifli bir hal alıyordu. Eğer onunla tanışma fırsatınız olursa ki umarım olur, o zaman ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Öncelikle çok ama çok heyecanlıydım ilk kez böyle bir sohbet gerçekleştirecektim ve yanlış bir şey söylemekten de çok korkuyordum. Bana ilk sorusu şu oldu: Genelevin ne olduğunu biliyor musun? Evet, dedim. Hepimizin bildiği sandığı şeyi ben de bildiğimi zannederek dedim… Ama “Bilmiyorsun” dedi. “İnşallah bilmezsin.”

    İşte o an fark ettim ki bizlerin yaşamaktan korktuğu şeyleri dışarı da sayısını tahmin bile edemeyeceğimiz kadar çok insan yaşıyor. Okuldan eve gelirken her gün gördüğüm bir kadın elinde bebeği ile birlikte para istiyor hep empati kurup en kolayını yaptığımız şeyi yapıyoruz; para veriyoruz. Onları hayata nasıl katabiliriz ? Nasıl hayatta bir hedefleri olmasını sağlayabiliriz ? diye düşünmedik hiç. Ayşe Hanım (kendisine teyze denmesini istiyor) bunu düşünmüş kendi tecrübelerinden de yola çıkarak hayata sımsıkı sarılmış ve başkalarının da hayata sımsıkı sarılması için Hayata Sarıl Lokantasını açmıştı. Gündüzleri siz yemek yiyorsunuz, akşam ise yemek karşılığı verdiğiniz ücretle sokakta aç kalanlar yemek yiyor. Hem karnınız doymuş oluyor hem de başkalarının yemek yemesine katkı sağlamış oluyorsunuz. Benim işte ilgimi çeken şey de buydu. Yirmi bir yıl sonra sigortalı bir işi olan Ayşe Hanım ‘’kötü günlerim geride kaldı, hoşça kal geçmiş merhaba geleceğim’’ demediği gibi. Başkalarının hayatlarına dokunmayı başara bilmişti. Bu cidden mucize gibi bir şeydi.Bir insanın binlerce insanın yarasına dokunmakla kalmayıp onlar için ilaç olmaya çalışması ve bunu yaparken de geçmişte onda açılan yaraları cesurca gösterebilmesi toplumumuzun yapmayı göze alamadığı bir şeydi. Konuşurken gözlerinin içinin gülmesi, herkesle abla kardeş ilişkisi kurması kendimi o kadar iyi hissettirdi ki Ayşe Hanımla tanıştıktan oraya gidip geldikten sonra hayatımda bazı şeylerin değişeceğini bilmeme rağmen bu denli büyüleneceğimi tahmin etmemiştim.Evet resmen büyülenmiştim. Esasında Ayşe Hanım'la tanışmama vesile olan bir olayı sizlerle paylaşmak isterim. Bir gün okuldan gelirken birinin doğum gününün kutlandığını gördüm. İşte pastalar, mumlar, alkışlar, gülümsemeler herkes halinden memnundu anlaşılan. Ben onları izlerken dışarıda bir kişi daha bana eşlik ediyordu; küçük bir kız çocuğu. Oda gülümsüyordu, alkış yapıyordu. Herşey ‘normal’di ta ki önünü dönene kadar. Elinde bir çamur yumağı ve üstünde de küçük bir çubuk ben onu izliyordum, o ise etrafındaki her şeye inat gözlerini kapatıp bir dilek tuttu. belli ki doğum günüydü. O an koşup o küçük kıza sarılmak istedim ama bunu yapacak cesareti kendimde bulamadım ve sırtıma yüklendiğim bu korkaklıkla yurdun yolunu tuttum.Yollar bitmiyor o küçük kız aklımdan bir türlü silinmiyordu. O akşam tesadüf eseri haberlerde Ayşe Tükrükçü'yü gördüm. Söyledikleri beni cesaretlendirmiş,birilerinin dışarıda ki insanlar için bir şeyler yapmak zorunda olduğunun bilincini ve sorumluluğunu vermeye çalışması beni umutlandırmıştı. O an aklıma bir hocamızın dediği söz geldi ‘belki de bir yerlerde biri senin elinden tutmayı bekliyor olabilir, sen doğmuşsan yaşamışsan bu boşuna değil’ demişti. O yüzden tanışmaya gidip konuşmam gerektiğini ve asla pes etmemem gerektiğini anladım. Hayatın işaretlerine hep önem verdim ve peşinden gitmeye çalıştım. Çünkü önemli olan onları görmek ve onları eyleme dökmekti. İşaretleri takip etmeniz dileğiyle…

  • Günden güne her şeyin altının oyulduğu, içinin boşaltıldığı bir dünyaya uyanmak bu
    çağda yaşayan insanlara düşen. Sabah uyandığınızda sizi ilk olarak, hangi değerlerinizin ne kadar
    eksildiği korkusu karşılıyor. Zamanla bu kısır döngüyü kabullenip eksilmelere, azalmalara, önem
    verdiklerinizin önemsizleştirilmesine alışıyorsunuz. Çaresiz bir kabulleniş çıkış yolunuz oluyor.
    Çünkü değiştirmeye, onarmaya, yıkılanları toplayıp yeniden yapmaya gücünüzün yetmeyeceğine
    inandırılıyorsunuz. Sonra bir gün Hz. İbrahim’in ateşine su taşıyan karıncayla yollarınız
    kesişiyor. Karınca soruyor: Dokunduğun, duyduğun, gördüğün, hissettiğin, beraber zaman
    geçirdiğin insanın hakkına tecavüz edilirken vicdanın uyuyor mu? Bu haksızlık karşısında safın
    ‘aman ben desem de değişmeyecek, gücüm yetmez zaten, ama ya birisi bana da takarsa, ben de
    şuncu buncu olur muyum’ demek mi olacak?
    Vicdanımı bu sorular esir alıyor. Her şeyimizi teslim ettiğimiz ‘merhametsiz
    modernistlik’ vicdanımızı da ele geçirmeye çalışıyor. İnsan olan herkesin haksızlık karşısında
    aynı safta durması gerektiğini unuttuğumuz günlerde vicdanım karıncanın sorularıyla boğuşup
    duruyor. Şimdi bu girizgâhın sebebine gelelim:
    Yakın zamanda bir üniversitede bir yüksek lisans programında pek kıymetli, pek de tatlı
    bir Hocamızdan ders almıştım. Kendisiyle, klasik tabirle, farklı dünyaların insanıydık. Ama
    ikimiz de çocuklar, kadınlar, savaşlar için mücadele ediyorduk. Kız kardeşlik ve kadınlık
    bağımız, farklılığımızı bir şemsiye yapıp bizi altında topluyordu. Çok şey konuşup çok şey
    öğreniyorduk. Bize dayatılan hiçbir kalıbı kabul etmiyor, inadına beraber mücadele etmenin
    zevkini çıkarıyorduk. Sonra bir gün gücünü, Demokles’in kılıcı sanan, yargısız infazı huy edinen,
    insan hayatını ucuzlaştıran, kendi hırs ve hevası uğruna dünyayı bile yakacak biri çıkıyor ve
    benim farklılığımızda kendimi bulduğum Hocamın hayatıyla oynuyor. Bunu yaparken koca
    üniversiteyi töhmet altında bırakıp, bir de tehditler savuruyor. Ortada hiçbir geçerli sebebi
    olmadan, sırf kendi gibi düşünmediği, inanmadığı ve yaşamadığı için birilerini kurban edebiliyor.
    Oysa suç dediğimiz şey benim de hocamın da birçok şeyin olması gerekeniyle olanı arasındaki
    farklılıkları konuşuyor olmamızdı. Yaptığımız tek şey buydu. Şimdi ise hiçbir hakaretini,
    dayatmasını, kendinden farklı olanı ötekileştirdiğini görmediğim insana terörist muamelesi
    yapılıyor. Hocam ise kendisine atılan bu iftira ile 70 yaşındaki anne babasının nasıl mücadele
    edeceğini düşünüyor.

    Hiçbirimizin hayatı bir başkasının ağzından çıkacak üç beş cümleye kurban edilecek
    kadar ucuz değil ve olmamalı. Ama ne yazık ki oluyor ve buna biz müsaade ediyoruz. Olayı ilk
    öğrendiğim anda gardımı alıp olamaz dediğimde, çevremde yakın bildiğim herkes ‘aman
    bulaşma, karışma, ya doğruysa, başına bela alma’ dedi. Vicdanımı susturmam isteniyor. Vicdan
    susarsa ne konuşulur bu dünyada? Bu kadar eksilmek neden, vicdanı öteleyip yalnızca bir beden
    olarak var olmaya çalışmak neden?
    Bizi, insanı insan yapan şey vicdandır. Vicdanın farklılığı olmaz, bir tek doğrusu vardır
    vicdanın: Haklıya hakkını teslim etmek, hakkın yanında yer almak. Yalvarırım susmayın,
    direnin, doğru bildiklerinizi haykırın. Karşınızdaki insanı bir başkası olarak görmeyin. Bakın
    yüzüne. Adaletsizliğe, haksızlığa, iftiraya uğramanın acısını gözlerinden anlayın. Anlayın ki
    körelmesin vicdanınız. Bazılarının vicdan fakirliğine aldanmayın. Şu hayatta istisnası olmayacak
    tek şeyin adalet olduğunu unutmadan safınızı ve tarafınızı seçin.

  • Yazı yazmaya nasıl ve ne zaman karar verdim bilmiyorum. Ortaokuldayken günlük yazıyordum. Öyle çok seviyordum ki yazmayı, günümün her anını yazıyordum. Sonra bir zamanlar kuzenimden hoşlandığımı yazmıştım. Hoşlantı dediğim yaşça büyük kişilere duyulan hayranlık duygusu. Yaz tatilinde ben köydeyken babam günlüğümü okumuş ve beni arayıp bana demediğini bırakmamıştı. Beni yerin dibine sokmuştu ve bunu kimseye söylemeyerek kendiyle gurur duymamı istiyordu. Ne gurur verici bir durum! Babam ayıbımı kapatmış ve kimseye söylemeyeceğim bu terbiyesizliğini, gibi laflar ediyordu. Şu an ne dediğini tam hatırlamıyorum ama neler hissettiğim mıh gibi aklımda. O kadar işlemişti ki söyledikleri günlerce kimseyle konuşmamıştım. Babamdan ilk o zaman nefret etmiştim. Keşke ilk ve son olsaydı. 2 yıldan beri kitap incelemeleri yazıyorum. Okumayı ve yazmayı çok seviyorum. Ama babamın bundan zerre haberi yok. Babamın tek haberdar olduğu şey iyi bir bölümden mezun olan bir kızının olduğu.

    Şu an 23 yaşındayım, çoğu insana göre hayatımın en anlamlı yılları. İnsanların dertleri pek ciddiye anlamadıklarını anladığım zamandan beri, onlara derin yaralarımı değil de yüzeysel dertlerimi anlatıp geçiyorum. Benim bu yıllarım evdeki kaosa dur demeye çalışmakla geçiyor. Bir yandan kendimi ve benliğimi bulmaya çalışıyorum bir yandan evdeki bu kargaşadan sağ sağlim çıkmaya çalışıyorum. Bir evde en fazla ne olabilir ki? Diyen çok kişi var. Bir evde “hep” de olabilirsiniz bir “hiç” de.

    Bir anne ve babanın kendi rollerini bilmeden bir yuva kurmaya çalışması en çok çocuklarını yaralıyor. Siz daha çocukken kendinizi bulamadan her konuda sorumluluk sahibi oluyorsunuz. Ve etrafınızdakiler “ne güzel her işten anlıyorsun” demeye başlıyorlar. Yeri geliyor kardeşlerinize anne oluyorsunuz, kadın olduğunuz için evin bütün işi size gözü kapalı bırakılıyor. Yeri geliyor çok başarılı olmanız isteniyor. Yeri geliyor her işe koşturuyorsunuz. Yakın yaşlarda olan erkek kardeşiniz hiçbir işten anlamazken, siz her şeyden anlıyorsunuz. Biraz sızlansanız, bu senin görevin dayatmaları geliyor. Para kazanmak dışında bütün işler kadının prangası çünkü. Onları yapmadan nefes alması düşünülemez.

    Kendi aralarındaki sorunları çözemeyen ebeveynler sizin sorunlarınızın olduğunu anlamıyor bile. Defalarca aldatıldığını bilmeden ya da görmemezlikten gelerek yaşayan bir anne için ne yapabilirsiniz ki? Bunu ima etmeye çalıştığınızda bile “sıcak evde oturuyorsunuz, hazır yemek de geliyor niye isyan ediyorsunuz” cümlelerini duyuyorsunuz. Hayattaki her sorunu para vererek çözmeye çalışan, çocuğuyla vakit geçirmeyen, en önemlisi annesine insan gibi davranmayan bir babadan ne bekleyebilirsiniz ki?

    Hep bekledim, bir şeyler düzelir diye. Şikayet etmeyeyim, kimseye karışmayayım dedim. Ama insan bir noktada öyle bir yoruluyor ki, önüne kim gelirse gelsin gözü görmüyor.

    Benimki sadece bir serzeniş. Zira herkesin küçük-büyük bir derdi var kendine göre. Belki de ben abartıyorumdur ne dersiniz? Sıcak bir evde, sıcak yemekler yiyip şikayet etmek ne haddime. Huzurlu bir aile düşlemek büyük bir lüks. Güzel zamanların gelebileceğini dahi hayal edemez hale geldim. Şu sıralar tek umudum, sağlıklı ve hayırlı bir şekilde ekonomik özgürlüğüme kavuşabilmek.

    Her şeye rağmen güzel günlerin olduğu sabahlara uyanabilmek temennisiyle

  • Biz kadınlar olarak ilkel toplumda “elinizin hamuruyla bu işe karışmayın.” Diyen ilk erkeği öldürseydik eğer ataerkil toplumun köklerini ortadan kaldırırdık belki de. O ölen erkek milyonlarca kadın için hayatını feda etmiş olurdu. Belki bir kişiyi öldürürdük ama o her gün dayak yiyen annenin, abisinden ya da babasından izin almadan dışarı çıkamayan kızın, cinsiyeti yüzünden okumasına izin verilmeyen çocuğun, arabistanda tecavüze uğrayıp suçlu bulunan yüzlerce kadının, köle gibi kullanılan her birimizin hayatını kurtarırdık. Hayatını kurtarıp “Haydi yaşa” demek için değil, “istediğin gibi özgürce yaşa, kadere boyun eğmeden yaşa.” Diyebilmek için.
    Ama ne olur biliyor musunuz? Biz o adamı asla öldüremeyiz. Silahımızı alnına dayayıp “kes sesini ulan” diyemeyiz. İpi adamın boynuna geçirsek vicdanımız sızlar. Belki de o bir baba diye düşünürüz, o bir evlat, kardeş, abi… Onu öldürdük diye yüreği sızlayacak birsürü insan var deriz. Biri çıkıpta “Öldürülecek, hor görülecek, köle gibi kullanılacak o kadar kadın için değmez mi?” Dese. “Onlara ne diyeceksin?” Dese.
    “Onlar anne, onlar evlat, abla, kız kardeş. Onlar beni anlar. Onlar da olsa yapmazdı.” Deriz.
    Üzgünüm ilkel toplumda bile vicdansız değiliz.
    Siz yaşayın biz o ipi kendi boynumuza geçiririz.

  • TV’lerdeki erkeklik, son model erkeklik mi? İndir camını çerçevesini, hava dönüyor kadınlardan yana…

    Erkek egemenliğin riyakarlığının sınırlarına gelip çarpmış durumdayız.

    İtaatkar anneliğin kutsal, “kadın olma hallerinin” suç olduğu bir sınır bu.

    “Kadın olma/kadınlık” da tüm diğer şeyler gibi erkeklerin çizdiği sınırlar, koyduğu kurallar çerçevesinde belirleniyor elbette.

    Erkek egemen-kapitalist rejim kadınları eve hapseden, aile içinde kadınlık/annelik rollerini pekiştiren politikalarla kadınların yaşamını dört bir yandan kuşatırken, bir yandan da kapitalizm içi olanaklarla kadını kamusal alanda mobilize ediyor, sistemin içine evriltiyor.

    Son Model Erkeklik

    Yeni toplum, yeni rejim tek adamlık üzerinden temellendirilirken; aile, erkeğin küçük devleti olarak inşa ediliyor.

    Kadınların kimliği, bedeni, emeği üzerinden yükseltilen bu yeni rejim yaşamın en ince hücrelerine kadar sızan son model erkekliğin inşası.

    Ev içi iş bölümünde, çamaşırcı, bulaşıkçı, aşçı, temizlikçi, bakıcı sıfatlarıyla belirlenen kadınlığımız artık kapitalizmin modern kadın tipolojisine biçtiği rollerle yeniden şekilleniyor.

    Son model erkekliğin son model teknolojik argümanlarıyla..

    Akıllı evlerimizin, akıllı TV’leri

    “Özel günlerde” kocaman kurdeleli paketlerle kadınlığımızın hakkı teslim ediliyor mesela.

    Mutfak robotları, çift kapılı dolaplar, kendi kendine çalışan süpürgeler, ütüler ve en son teknolojik otomatik ev aletleriyle donatılmış akıllı evlerimizde, yaşamlarımız öylesine kolaylaştırılıyor ki, erkeğe, babaya, abiye, kocaya, sevgiliye itaat edecek bol bol zamanımız kalıyor(!)

    Televizyon ve medya araçları ile “kadın olma halleri” uygun kaplara yerleştiriliyor.

    Öyle ki, TV programlarının içeriklerinde kadınların yaşamı için her şey düşünülmüş…

    Sağlık, ev, dekorasyon, yemek, alışveriş, moda, evlilik, magazin ve “hak programlarıyla”, kapitalizm tarafından kolaylaştırılmış bol vakitli gündelik yaşamlarımızı renklendirmek, ilim irfan öğrenmek için ekranlarda yok yok!

    Bakmayın siz o sokaklarda edepsizce bağırıp çağıran “kötü kadınların” söylediği yalanlara(!)…

    Ülkemizde artan kadın cinayetlerinde, kadınların “neden” öldürüldüklerini gerçek habercilikten dinleyip, öğreniyor yaşamımıza çeki düzen verip ders alıyoruz. “Kötü erkeklerin” yaptıklarını dinleyip bilgilendiğimiz haber programlarından gündemi takip edebiliyoruz mesela.

    Aile ve iş yaşamlarımıza dair hakkımızda çıkarılan, her biri yeni müjdeler veren yasaların, uygulamaların gerçeklerini öğreniyoruz “kadın programlarından”, ki yeni yasacıklarımızı “genel ahlak” kriterlerine uygun şekilde yaşamlarımıza yerleştirebilelim…

    E, zaten akşamlarımız rengarenk geçiyor… Her biri yaşamımızdan bir kesit olan dizilerle hayatımız şenleniyor, eğlenirken öğreniyor, ağlarken beterin beteri var deyip şükrediyoruz…

    Aşk için kendinden vazgeçmenin cüretkarlığını, iyi kadın olmanın, kaynanayla baş etmenin ilkelerini öğrenmek için “İstanbullu Gelin” dizisini izleyebilirsiniz mesela… Ya da zengin patronunun triplerine katlanıp, erkeğin kalbine giden yolu maharetli ellerinden süzülen yemeklerle açan ve aşk ile ödüllendirilen Nazlı’nın hikayesini “Dolunay” dizisinden izleyebilirsiniz…

    Ya da “zeki ve güçlü kadın” olmanın ne demek olduğunu görmek ve sözde kadın dostluğunun başınıza açabileceği belalara karşı mücadele etmek ve intikam almak isterseniz “Ufak Tefek Cinayetler” dizisinden kendinize notlar çıkarabilirsiniz… Kıskançlık, iftiralar, aldatmalar, entrikalar, şiddet gibi “hayatın cilveleri” ile dopdolu nadide dizilerimizle “hayat akademisi” derslerinden geçebilirsiniz pekala.

    Sadece diziler de değil, sağlıklı ve fit kalabilmenin yollarını, dönemin modasını, nasıl oturup nasıl kalkılacağını, ne vakit nasıl gülüneceğini, zengin olabilme yöntemlerini ve daha nicelerini…

    Ee, TV’ler çok avam gelirse, bilgisayarlarınız, notebooklarınız ya da telefonlarınızla, sosyal medya hesaplarınızdan ve milyonlarca aplikasyondan aşka, kozmetik ve modaya, magazinden, yarışmalardan türlü oyunlara kadar yaşamınızı “kadınca” “elle” “kozmopolitan” dergilerinde sundukları hayatlar gibi yaşayabilirsiniz…

    Hoşunuza gitmedi mi? Ah, biz kadınlar ne kadar da nankörüz böyle?

    Oyunu Bozuyoruz!

    İronisini yapmak bile yeterince mide bulandırıcı iken, gerçekte yaşadıklarımız adeta bir distopyanın parçasıymış hissi veriyor hepimize değil mi? Kara bir mizah, absürd bir komedi, üzerimize çöreklenmiş bir karabasan gibi…

    Oysa her an ekranlardan, evlerimizin yaşamlarımızın içine kusulan pespaye bir erkeklik ideolojisiyle, karşı karşıyayız. İtaat etmemiz için söylenen yalanlarla burun burunayız.

    Erkek egemenliğin kanlı yüzü; şiddeti, tacizi, tecavüzü “kaderin bir oyunuymuş” gibi normalleştirilen türlü oyuncaklarla yeniden ve yeniden ürüyor. Ve tek elimizle bastığımız bir kumanda tuşuyla evlerimizden içeri girip, bilincimizin, ruhumuzun içine sızıyor, arzularımızı hayallerimizi işgal ediyor…

    Yaşamlarımızı sınıyor, kontrol altına alıyor.

    Amma ve-lakin, tek tuşla TV ya da PC ekranlarını kapatmak oyunu bozmaya yetmiyor.

    Oyunu bozmak için, oyunun dışına çıkmak erkekliğe çomak sokmak, erkek egemenliğin duvarlarını yıkmaya meyletmek, gözümüzü kadınların olduğu her yere, özellikle de sokaklara dikmek, kadın dayanışmasına yaslanmak gerek. Umut da çare de orada. Yani sende, bende, bizde, umut kadınlarda…

    (Not: Şimdi kadın düşmanı ekranlarınızı kapatıp, OHAL’de, tüm baskılara ve engellemelere karşı 25 Kasım’da Türkiye’nin tüm sokaklarına akın eden kadınların o müthiş fotoğraflara ve videolara bakın. Bakın, hava nasıl da dönüyor kadınlardan yana…)

  • Bazı şeyler çok garip.
    Başörtülü olduğum için, daha beni ilk kez görmüş biri: “Yani müslümanlık sadece tesettür değil, yalan söylememek, insanları incitmemek, merhamet…tir” diyebiliyor.
    Namaz kılmak için kalktığımı fark ettiklerinde: “Öyle namaz kılmakla olmaz. Çalmayacaksın, kul hakkí yemeyeceksin… ” diye eleştirebiliyor.
    Tokalaşmak istemediğimde: “Yani öyle dokunmakla olmaz. Herkese kardeş gözüyle bakacaksın.” diyebiliyor.
    Nedense bütün gözle görünen ibadet yapanlar; ahlaksız,yalancı,gaddar,hırsız,yolsuz… Yani örtü örtüyorsan kesin yalan söylüyorsundur, kalbin temiz değildir, ahlaksızsındır ya da ne bileyim işte riyadandır; vardır bir bit yeniği.
    Öyle tesettürle, namazla, haramdı bilmem neydi kaçmayla olmaz. İslam bu değil, derler adama.
    Sanki islamın bu kadar olduğunu söylüyormuşum gibi…
    Bu konuları da hiç açmam halbuki. Herkesin kendi inancı, herkesin Allah’la olan ilişkisi, yakınlık kurma şekli başkadır; kimse bilemez, bilmesine de gerek yok diye düşünürüm.
    Ama nedense hem konuyu açıp hem ahlak dersi verip hem de yargılarlar.
    Sanki örtülerimle ahlaksızlığımı örtüyormuşum gibi. Sanki kimse hem ahlaklı, merhametli, vicdanlı,adil olup hem de fiili ibadetlerini aynı anda yapamazmış gibi.
    Aynı şey mesleğimle ilgilide başıma gelebiliyor. Psikolojiyle ilgili hiçbir yetkinliği olmayan biri, yanımızdan ayrılan birine tanı (!) koydu.
    “Bilemeyiz, birçok faktör olabilir. Etiketlemek doğru olmaz” dedim.
    Cevap:” Tamam siz okumuş olabilirsiniz de ben de çok gözlem yaparım.”
    Hm. Aferin sana. Biz okurken gözlerimizi kapatıyoruz çünkü. Gözlem bizim neyimize!
    Psikologsundur ama işte o adam da insan sarrafıdır, gözlemcidir, dikkatlidir, deneyimleri vardır. Önemli olan bilmek de değil, gözlemdir, hissetmektir. Ve sen psikolog olduysan kesin o konularda bir eksikliğin vardır.
    Neden ‘Önemli olan; şu bu o’ diye bir tane alan seçip; onun üzerine oynamalıyız anlamış değilim.
    Bir çok şey aynı anda önemli. Ve biz insanız, çok boyutluyuz.
    Gerçi biz artık hep böyle yaşamaya başladık. Seçenekler verirler seçeriz. Şık seçeriz, bölüm seçeriz, uzmanlık seçriz vs. Uzmanlığımız dışındaki konuları alanımızla birleştirmek, bütüncül yaklaşmak yerine , kendi alanım kendi alanım diye diye sığlaşırız. Uzmanlaştık sanarız. Alanı dışında iki kelime konuşamayan; insanı, dünyayı kendi alanından ibaret gören insanlar üniversitede eğitim verirler.
    Kastettiğim çok yönlülük; yetkin olunmayan konuda insanları sömürmek değil. Hangi alanda yetkinsen, o alanda hizmet verirsin; ama bu demek değildir ki başka alanlarda okuma, öğrenme, yaşama!
    Annem ilgi alanlarım için: “çok dağılıyorsun” diyor. Halbuki dağılmadan bu hayatı toparlayamam; dünya, insanlar her şey çok boyutlu

  •                                                    ERİL DİL VE ADAM
    Yine bir arkadaş grubu toplanması, yine mekânı işgal etme politikası. Çok sık olmasa da boş vakit buldukça arkadaşlarla bir araya gelip bir yerlerde toplanırdık.. Bunları yapıyorduk çünkü bunlar yapılmazsa bir zaman sonra yavaş yavaş kopmalar başlamaktadır. Bir araya gelmek yerine telefonlaşmayı seçenler ise, telefonun kendilerini birbirleri ile kaynaştıran ve hasret gideren en iyi yol gibi görseler de aslında mesafeyi açan ‘en sinsi buluştur’ benim kanaatimde. İşte bu dostlukların devamına istinaden yine bir araya gelip hasret giderelim dedik. Sohbet muhabbet ilerleyince bir müddet sonra grup içinde gruplaşmalar, grupçuklar gelişmektedir. Bu grupçuklar içinde en az iki kişi kulak kulağa verip sohbeti kişileştirmeye götürürler. Benim o günkü grupçuk arkadaşım, yıllardır dostluğumu sürdürdüğüm, fikir olarak çoğu kez zıtlaştığım ama yine de dostluğumuzu her daim devam ettirdiğimiz feminist görüşlü bir bayan arkadaşımdı. Bazı arkadaşlar grup içerisinde ‘Simone’ diye hitap ederdi, ünlü Fransız feminist yazar Simone de Beauvoir’e misilleme yaparak. Sohbetimiz grupçuk içinde devam ettiği için kişileşti ve bizim Simone başladı başından geçen bir olayı anlatmaya. Gıpta edilecek bir hadiseydi. Bir okul konferansında konuşmacı ile bir konu hakkında münakaşaya girmiş ve kendisi haklı çıkmıştır. Netice itibariyle konuşmacı da haksız çıkmıştır. Bizim feminist Simone de haklılığı ile övünürken tam da o esnada olayın tesiriyle ‘Adamsın sen ya!’ dedim ve her şey bir anda tersyüz oluverdi. ‘Nasıl yani ya’ denilesi bir eda ile iki kaşı arasındaki çizgiler belirginleşti, gözler çekikleşti, dudaklar büzüldü ve başladı höykürmeye. O an sanki karşımda birden bire bilgelik abidesi belirivermişti. Tabi ben bu bakışların odağında iken halen olaya hakim değildim. 
    – Neden sohbet birden dehşete dönüştü, ne dedim, ne yaptım bilader? diyecek gibi oldum ama yine de dumur olmuş bir surat ifadesiyle olayı sessizce çözümlemeye, bir anlam yüklemeye çalışıyordum.. Derken tıpkı bir ejderha gibi hakaret içerikli kelimeleri alev alev püskürüyordu yüzüme doğru, ardı sıra. Bir an o alevler arasından bir kıvılcım gördüm. 
    -Adam ha!, ne adamı ya!, adam ne yaa!..
    “Hmmm!” meğersem höyküren ejderhadan çıkan alevin sebebi -Adam’mış!!- Çünkü adam tabiri, benimkinin aort damarından tüm bedenine akan o feminist kanının bir yerlerde pıhtılaşmasına yol açmış ki kriz durumları oluşturmuştu. Ah be Adam! sen neymişsin be!
    Şimdi geleyim sözlü diyaloğa;
    -Dostum dur bir sakin ol, celallenme hemen. Adam dediysek hakaret mi ettik? Neler oluyor ya hu?
    -Bir kaağğdıınaa(kadına) yapılan en büyük hakareti, bir kadın olarak sen yaptın şu anda.. 
    -Hmmm şimdi anladım. Biz ne zaman bir araya gelirsek politik konularımızdan biri açılıyor ki genele bakarsak bu politik tartışmaların asıl müsebbibi de sensin.
    -Tartışmayı sen çıkardın ama.
    -Tamam da ben tartışılacak bir durum görmüyorum. Sen ‘Adam’ dememe takılmışsan ben bu tabirde garabetlik bir durum da görmüyorum. Büyüksün, insansın demekti maksadım.

    Bu diyalog böyle devam etti ama biz genelde siyasi veya ideolojik bazı konularda bir anda kedimizi tartışmanın içinde buluyoruz, ben her ne kadar apolitik biri olsam da. Ama bu tartışmamızda bir şeylerin farklı gittiğini anlamıştım. Çünkü o söz ağır gelmişti, incitmişti ‘’bir ‘kadın’ olarak’’ kadınları aşağılamakla itham edilmiştim. Kullandığım kelime hakaret ihtiva etmiyor olsa da resmen hakaret bombardımanına tutulmuştum.
    Ona göre o tabirden sonra kötü biri oldum, kadın düşmanı oldum. Bir kelime, yanlış anlaşılan ya da kendisine göre anlam yüklenen bir kelime (adam) nasıl oluyor da bir anda arkadaşlığa ket vurabiliyordu bir türlü idrak edememiştim. Onun gözünde ataerkil düşünceyi savunan, erkek egemenliğine alkış tutan, kadını kadınlığım pahasına ezen, erkeği yere göğe sığdıramayan biri gibi göründüm. Bu görüşe sahip biri konumunda görünmek bile oldukça rahatsız edici bir durumdu. Durumdan oldukça rahatsızlık duyduğum için de o an oradan ayrılmak istemiştim. Müslümanlığını mütevazi bir şekilde yaşayan ben, kadını en mübarek varlık olarak görürken, feminist görüşe sahip arkadaşım ise beni kadını aşağılayan, onu hor gören biri olarak görmekteydi. Tüm bu yakıştırmalar ne yazık ki yanlış anlamlandırılan bir kelime yüzünden olmuştu. Aslında tartışmanın çıkmasındaki asıl sebep ‘Kadın kadındır’ felsefesini savunmuş olmalarıdır. Onlara göre kadın adam değildir. Bu akımın minvalinden giden kesim kendi felsefelerine aykırı fikirleri sadece topal bilgileri ile savunurlar. Bunlar birtakım egoların peşinden gider ve bilgiden bihaberdirler. Ayrıca içlerinden bazıları da batının entelektüellik adı altında bir takım ideolojileri kendilerine bir rehber gibi görürler.. Maalesef ki beyinleri sabit birkaç çöp yığını bilgiler ile izole edilmiştir. Şuraya bir dip not düşmeliyim ki; kadın hak ve hukukunu savunan demokrat ve feminist görüşe sahip saygın düşünür ve akademisyen kadınları bu kategorinin dışında bıraktığımı belirtmem gerekir. Çünkü bunlar bir takım bedeller de ödeyerek kadın haklarını savunan saygın kadınlardır ve bunlar eleştirdiğim kesim ile asla kıyaslanmamalıdır. Bu iki ayrı kesim aynı kefeye konulmasın.  Benim eleştirmek istediğim kesim feministlerin çürük olanlarıdır. Bir de bu kesimin bir öncüleri var ve o öncü ortaya bir fikir atar, piyonları ise gayriihtiyari kendilerini o fikir ile ifade ederler. Bu sadece bağnazlıktır ama gönül isterdi ki ‘keşke böyle olmasaymış..(Çürük tahta çivi tutmaz diyerek parantezi kapatıyorum!)

    Adam tabiri ile xy kromozomuna vurgu yapıldığı sanısında değilim ve bu tabirin cinsiyetçiliğe addedilmesini de acizlik olarak görüyorum. Kadınlığa, bir kadın olarak kadınlığımıza hakaret olarak asla görmüyorum. Mesela ben bu tabiri büyüksün, insansın  anlamlarında  kullanırım ve hep de öyle bilirdim. Zamanla birtakım değişiklikler olduğu aşikârdır ama bunu yine insanlar bu hale getirmiştir. İşlerine geldikleri gibi şeklini şemalini değiştirmişlerdir.. 

    Mesela bu kavramın lügatına baktığımızda adamın Adem’den geldiğini söyleyen din bilimciler, bunun cinsiyetçilikten değil de ilk insan, insanlık teriminden geldiğini savunmuşlardır. Yapılan birçok araştırmada ise Kur’an-ı Kerim’in hiç bir yerinde Adem’in erkek olduğuna, cinsiyet kavramına değindiğine dair elle tutulur bir kanıt bulunamamıştır. Tabii Adem’in erkek olup olmaması konumuzun dışında olduğu için içeriğe çok girmeyeceğim. Etimolojik olarak Arapça, Latince, İbranice gibi bazı dillerde de insanların atası, Adem, insanoğlu, insan, toprak anlamlarını almaktadır. Görüldüğü gibi etimolojisini de incelediğimizde hiçbir yerde erkek olduğuna dair her hangi bir söyleme rastlanmamıştır ve özellikle insan anlamında kullanıldığına vurgu yapılmıştır. Yani aslında zamanla farkında olmadan ‘insan’ denen varlık sadece ‘erkek’  olarak görülmeye başlanmıştır. Böylece kadın biraz daha arka planda bırakılıp, erkek egemenliği önde tutulmuştur. Bu algı da aslında tarihsel sürece baktığımızda, savaşan kesim erkekler olduğu için birçok alanda egemenlik erkeğindi. Çünkü o dönemlerde kim güçlü ise egemenlik onundu. Nasıl ki günümüzde para güç demekse geçmişte savaşanlar, savaşabilenler güçlüydü. Yani güçlü olan, egemen olanlar aktiftir,  insandır, tek varlıktır algısını oluşturmuştur. Kısacası kadını adamdan saymayıp kadını yücelttiğini sanan güruh sınıfı aslında erkek egemenliğini savunmuş oluyor, farkında olmadan. İşin bir başka boyutu da bir takım mesleklerin sadece erkeklere addedilmesidir. Yani yüksek mertebede saygınlık kazanan ve gücü simgeleyen bazı mesleklerin öncelikli olarak erkeklere yakıştırılmasıdır. Elbette ki bu da yanlış bir algı kazandırmaktadır. Feminizm üzerine çalışmaları olan Aspurçe Gizem Kılınç bu algıyı yayan en tehlikeli unsur olarak medyayı göstermektedir. Bir yazısında bunu güzel bir dille de açıklamış. O yazının bir bölümünü aynen aktarıyorum;
    “Çünkü bütün toplumsal kalıplar bize normal olanın, öncelikli olanın erkek cinsiyeti olduğunu dayatıyor. Medyadan halen daha yaygın olarak yapılan basit bir örnek; bir haberde geçen doktor, bakan, hakim vb. gibi meslekten olan bir kişinin cinsiyeti kadınsa bu vurgulanır, kadın doktor, kadın hakim gibi… Çünkü akla ilk gelenin erkek olacağı varsayılır.” demiştir.

    “Savaşıp gücü elinde tutanlar, saygınlık kazanan meslekler, medyanın desteğini elinde tutanlar, yaratılmışların en kutsalı, en prototip örneği teşkil edenler sadece erkeklerdir.” algısını zihnimize aşılayanlar şuan eril dili ortaya çıkaranlardır aslında. Bunlar aşılandıktan sonra da ‘adamlık’ vasfını elinde tutan elbette ki  ‘y kromozomu’ olmuştur. 

    Sonuca gelecek olursam, birçok kelimede olduğu gibi adam tabiri de kavramsal olarak zamanla morfolojik yanılgı ile asıl anlamını yitirmiş, başka anlamlara tabii tutulmuştur. Bunda birçok unsurun etkisi olduğunu belirtmeye çalıştım ama özellikle bir takım ideolojik, seküler, laik fikirlerin etkisinin daha çok olduğuna vurgu yapmak gerekir. Dildeki birtakım kavramlara fonetik zorunluluklar getirilip yapısı değiştirilerek eril anlamlar yüklenmiştir. Zaman içerisinde bu kelimede anlam genişlemesi mi, anlam daralması mı, anlam değişmesi mi, anlam kötüleşmesi mi veya çok anlamlılığa mı uğramış onu bilemem, onu işin erbabına sormak gerekir. Bilinen bir gerçek var ki o da zamanla kavramın değiştirilmiş, erilleştirilmiş olmasıdır. Ayrıca bu yazım bazılarına irrite gelebilir ama adamlığın cinsiyetçiliğe ‘uyarlanmasına’ bir türlü anlam veremiyorum. Velhasılıkelam dili körelmiş fikirlerin esiri olmaktan çıkmasını temenni ederek yazıma son veriyorum..

  • Bismillehirrahmenirrahim diyerek başlamak istiyorum sözlerime.
    Yıl 2016 idi. Diyanetin ,terorden etkilenen Doğu ve G.doğudan bazı iller için hazırlamış olduğu bir yaz kampı oldu. Ve bu kamp ilk kez gerçekleşecekti. Diyarbakır’ın: “Sur,Silvan,Bismil” , Mardin’in: ” Derik,Dargeçit,Kızıltepe”, Hakkari’nin : Şemdinli, Yuksekova ilçelerinden toplam 160 öğrencinin katılımıyla gerçekleşecekti. Istanbul’a ilk kez gelen onlarca öğrenci vardı içlerinde. Bu öğrencilere ayrica eşlik eden hocaları vardı.
    Şemdinli ekibinden eşlik eden hocaları bendim. Üç hafta sürecek bu kampa gelmeden önce tereddütlerim başlamıştı:” acaba nasl insanlarla karşılaşacağız, acaba üç hafta nasıl geçecek?” Vs. Vs., derken…
    23 Temmuz 2016 da Sabiha Gökçen havalimanina inmiştik. Bizi, bizzat programin koordinatorü” Ayşenur Kapusuz” Hanim Efendi karşılamıştı, adı gibiydi. Samimi kollarıyla kucaklamıstı bizleri. Program başlamış, Ümraniyede bi özel yurtta misafir etmişlerdi bizi. Her şey o kadar güzel ve özeldi ki… Mısralara sığmayacak kadar güzel. Çünkü; gönül bağları kurulmuştu. Belki çoğu öğrenciye batıda ki kardeşleri farklı anlatılmıştı. Bundan eminim… Ama ;kurulan bu gönül bağında çocuklar memleketlerine döndüğünde binlerce arkadaşına doğru bildikleri yanlışları düzeltecek,kardesliği anlatacaktı.Sizlere bunlari nasıl anlatsam bilmiyorum, bir yıl geçmiş ama; bu kampı hatırladığmda sanki bu insanlarla hala biraradaymşım gibi, yıllardır birbirimizi tanıyormuşuz gibi…
    Konuyu dağıtmadan devam etmek istiyorum, “gönül bağı “demiştim değil mi?
    Evet, gönül bağı…
    Çok güzel günlerimiz oldu.
    Çok güzel insanlar biriktirdik kurulan bu gönül bağında…
    Öğrencilerden ve velilerden gönlümüzü Coşturacak sözler duyduk. Ayşenur hocam ve ekibine nice dualar edildi…
    Özellikle bi öğrencim vardı, hiç konuşmazdı. Bir ya da iki kez duymuşumdur sesini o da çok kısık bi şekilde. Programın biteceği gün veda gecesi düzenlenmişti güzel ve özenli bir şekilde. Konuşmak isteyen öğrenciler mikrofono alıp kamp hakkında duygu ve düşüncelerini dile getiriyorlardı. Bi yere dalmıştım, kulaklarıma yabanci bi ses geldi, ‘bu konusan kim? ‘dedim ,başımı kaldırıp baktığımda sesini hiç duymadığımz o öğrencimiz, mikrofonu alıp hem konuşuyor hem hıçkıra hıçkıra ağlıyordu kamp sona erecek diye…
    Yaşadığı o terör olaylarr ve özel hayatından dolayı içine kapanan o güzel öğrenci mikrofonda “siz benim ikinci ailemsiniz, sizi çok özleyecem, sizi asla unutmayacağım ” deyip hıçkıra hıçkıra ağlayıp ağlatması kurulan gönül bağlarının eseriydi…
    Daha nice güzel eserler…
    Ve bilinmesini isterim ki hala veliler arar , kızlarının olumlu yönden sürekli değiştiğini söyleyenler var, hala hocalarına dua edenler var…Allah’ın izniyle de var olacak. Hizmetini Allah için yapanlar var oldukça, onlara dua edenler olacak…

    Arada şiir karalarm, tabi ki ilham geldiğinde. Orda ki o güzel arkadaşlardan aldığm muhabbetle gelmeden ettiğim o boş tereddütlerimin yerini gönlümden dökülen şu dizeler aldı:

    Ebu Zer’in yalnızlığını isterken
    Musab Bin Umeyrler,sahabe aşkıyla dolu yürekler karşıladı bizleri.
    Doğudan gelen ters lalelerdik biz,
    Dağların eteklerinde açan sessiz,sedasız.
    Sonra İstanbul’un laleleriyle buluştu, ters dönen hüzünlü lalelerimiz.
    Bakışlar aynı, gönüllerde ki nota aynı Mekkenin Fethi misali gönullerin fethi.
    Niye bu kadar güzelsin İstanbul?
    Osmanlının nefesi var yüzünde
    Bilallerin sesi yükseliyor minarelerinde.
    Uhut gibi yorulsan da ayneyn tepesinde bekleyen yiğitlerin var senin.
    Bizler bulutun takip ettiği Peygamberin ümmetiyiz.
    Ezanı susturmaya çalışan kılıç darbenin “Allahu Ekber!” diyerek kalkan oldu iman dolu gençlerin.
    Kürd’üydü, Türk’üydü, omuz omuza verdi.
    Tank tüfeklere karşı ìmanları yendi,
    Hep birlikte “Ne Mutlu Müslümanım!”denildi.
    Ah ah! Zeyd Bin Haris olamadık ki taşın önüne geçecek,
    Sahabe zamanında yaşamadık ki habibi görecek. ‘Ümmeti Ümmeti!’diye bu aziz peygamberin
    Önüne geçilecek inşAllah bu fitnelerin.
    Doğu, Batı diye ayrım yapanlar!
    Taifte taşlanan bir peygamber var.
    Tek kötü söz söylemeyen bir Yâr(s.a.s)
    Buralar peygamberin ayak bastığı diyarlar.
    Tüm ümmetin nefesi var.
    Seyit Taha Şemdinli’nin Nehri’sinde
    Davası aynıdır, Akşemsettin Hazretiyle.
    Bizler de takip ettik yolu,
    Onların da gönlü Muhammed’in muhabbetiyle dolu,
    Doldu sebilimize kardeşlik nuru
    Işık olmayan yere dağıtacağız onu.
    Şemdinli,Yüksekova Antep’lisinden aldı deva.
    Sur,Silvan,Bismil, geldik, gidiyoruz hava sis mi?
    Derik,Dargeçit,Kızıltepe,
    Haydi kal selametle ey yedi tepe!!!

    Bunu paylaşır mısınız bilemem, haa paylaşmanızı ister miyim? Tabiki evet . Bu güzel kardeşliği herkes bilsin isterim.Beni size yönlendiren de, bu Istanbul daki güzel ekipten kıymetli bi dost oldu, bilmenizi isterim

    Sevinçlerimizin yaninda üzüntülerimizi de paylaştık. Üzüntülerimize kardeş olanlarıda gördük. E daha ne olsun? Kurulan bu gönül bağından , emeği geçen herkesten Allah razı olsun…

  • BİR ÇOCUK VE ADİ KAPİTALİZM

    Yeni bir gün, yeni taslaklar, yeni bir yazı, yeni fikirler, yeni yeni hayatlar…
    Çocuktuk biz, daha o zamanlar. Bilmiyorduk evden çıkarken fişleri çekmeyi, ocakları kapatmayı. Böyle dertlerimiz, böyle sorumluluklarımız yoktu bizim. İstemezdik akşam olmasını, akşam demek eve dönmek demekti. Oyunlardan, oyunlarımızdan ayrılmak demekti. İşte bunlar bizim çocukluk dertlerimizdi. Çünkü orda bizim kendi hayatlarımız, kendi dünyamız vardı. Bizim şekillendirdiğimiz, bizim yön verdiğimiz, bizim kurallarımızın olduğu bir dünya. Bazen de kuralsızlıklar yaşanırdı . Çünkü yeri geldiğinde oyuncakları paylaşırken adil davranmazdık, kural bozardık en güzel oyuncakları kapmak adına.. Çamurdan tencerelerimiz, tabaklarımız vardı. Otlar yemeklerimiz ve o otları kesmek için kırık çamlardan bıçaklarımız olurdu bizim.. Hele bir de yazın dikenlerin üzerini saran o sarı yosunlar yok mu!.. Onları toplayıp avucumuzun içerisinde ovup ovup suyunun elimize sinmesini sağlarken ne mutlu olurduk. Sinen su ile avuçlarımız turuncumsu rengine bürünürdü. İşte asıl cümbüş o zaman başlardı. Bu yosunların elimize sinen suyunu kınaya benzetirdik ve kına olduğuna kendimizi ikna ederdik ‘hemencecik’. Kınamızı yaktık ki kına demeye bin şahit gerekliydi Eveeet ben de kına yaktımmm ve bunu ben yaptımm! Ben elime kınamı yaptım!! İşte bu sevinç anlatılmayacak kadar büyüktü. Annem için küçük benim için büyük bir sevinç. Gerçek kına dururken neden yosun suyuna sevinen çocuklardık ki biz. Küçücük ellere neden kınalar yapılmazdı ki.. Ahh ah çünkü kına demek gece yatarken yastığa, yorgana kına değer leke olur demekti. Büyü kocaman ol (ki o kocamanlık literatürüme giren ilk korkutucu söz olmuştu) sana öyle kına yaparız diyen annelerimiz vardı bizim. Çocuktuk diye kendi dünyalarında bizi her zaman kısıtlayan, hor gören annelerimiz vardı bizim. O yüzdendi ki kendi dünyamızı kurup yosunların soyundan kınamızı yakardık annelere, onların yataklarına, yorganlarına rağmen. Peki ya bayramlara yakın günlerde evlerde pişen çöreklerin köyü sarıp sarmalayan o mayhoş tarçın kokusu halen de var mı sizin köyünüzde? Kokusu halen burnumda ama daha taze iken yiyemezdik hep hemen bayram olsun da onları yiyelim derdik. Bayram olurdu ama biz yine yemezdik. Çünkü şeker telaşına girerdik; ‘’kim daha çok toplayacak acaba’’derdik. O yüzdendir ki tadı damağımızda kalmazdı ama kokusu kalırdı… Şimdi ise apartmanlar var ve bayramlarda bile çocuklara kapılarını açmaktan aciz apartman sakinleri..
    Bilmiyordum Ahmet’in babasının annesini dövdüğünü, bilmiyordum Ahmet’in hep bunun için içine kapanık bir çocuk olduğunu. Aptal bir çocuk bilirdik, konuşmadığı için hep gülerdik, dalga geçerdik, hor görürdük Ahmet’i. Bilmiyorduk, çocuktuk.. Ahmet büyüdü kocaman oldu(‘’kocaman’’ulaşılmaz sanılan hep uzak görünen manasını verdiğim sözcük bozuntusu) ama adam olamadı ve yıllardır hapishanede suçu ise hırsızlık. Evet Ahmet, kendini ifade etmekten bile aciz Ahmet, hırsızlık yapmakta nam salmış Ahmet. Babasının oğlu Ahmet..
    Bilmiyordum Fatma Ninenin hasta olduğunu, bilmiyordum oyuncaksız çocukların olduğunu, bilmiyordum çünkü daha çocuktum.. Ne kavgayı, ne üzüntüyü ne de ölümü bilirdik. Herkesi mutlu sanırdık, herkes çamurlarla oynar ve herkes çamur ile mutlu olabilir sanırdık.. Mutlu olduğum bir şey daha vardı o da oyuncak bebeğimdi. İki küçük daldan yaptığım oyuncak bebeğim, kendi elimle yaptığım oyuncak bebeğim. Biri diğerinden az uzundu ve uzunu tüm vücudu, biraz küçüğü ise kolları ve elleriydi. Çok severdik, el üstünde tutardık, ucuzdu belki ama severdik en sevdiklerimizdi. Belki boyalı dudakları, bayalı saçları yoktu ama bezden temiz bir yüzü vardı benim oyuncak bebeğimin. Kara kalemim vardı ve onunla siyah saçlar, zeytin gözler, kalın kaşlar yapardık bebeklerimize. Bilmezdik kontür kaşları, lens gözleri, boyalı saçları. Mesela annelerimizin terziliklerinden kalan artık kumaşları vardı. Girerdik aralarına en güzellerini seçip boydan boya sarıp sarıp sarmalardık, küçük saplardan yaptığımız bedenlerini. Evet sardıkça sarardık bilmezdik mini eteği, göğüs dekoltesini. Çünkü estetik nedir bilmezdik sivrileştirilen, silikonla büyütülen memeleri, ince beli, düz ve uzun bacakları da yoktu bebeklerimizin. Çocuktuk daha çamurlarla oynayıp mutlu olamayı bilirdik. Kapitalizmi, modernizmi bilmezdik küçüktük çocuktuk. Biz barbie bebekleri bilmeyen çocuklardık, kapitalizmin gölgesine sığınan çocuklar değildik..
    ..Ama artık büyüdük ve önce para ile tanıştık sonra şehirlerle, şehir hayatıyla. Unuttuk çamurlarla mutlu olmayı, unutturdular bize. Para ile aldığımız akülü arabalarımız var. Estetiği cazipleştiren, makyaj ile tanıştıran barbie bebeklerimiz var bizim. Tarçın kokusunu da unuttuk mesela, bayramlarda tatillere gitme telaşından. Tadamadık o tadı kokusuyla yetindik, yetiniyoruz. Büyüdük kocaMEN olduk ama adam olamadık.
    BÜYÜDÜK ve adi kapitalizmin kurbanı olmuş çocukluklarımız var artık..

  • Putumuz kim?
    “Hamd, övme ve övülme yalnızca alemlerin Rabbi olan Allah içindir.”
    | Fatiha . 1
    Asırlar önce Hz. İbrahim’in putları paramparça ettiği o sahne bir uyarıcı olarak zihnimin baş köşesinde durur hep. Hiçbir zaman kendimize ve sevdiklerimize yakıştıramadığımız şirkin ne kadar somutlaştırılabileceğine tarihte en büyük kanıtlardandır putlar. Ve onlardan kurtulmanın da somut bir direnişe bağlı olduğuna. Peki bu yönde gerçek anlamda sorguladık mı hayatlarımızı! Acaba bizler kendimizi ve çevremizdekileri hangi ölçülere göre değerlendiriyoruz, zamanımızın büyük bir kısmını nereye harcıyoruz, hayatımızda kutsadıklarımız neler?
    – Allah bizden doğrudan ve aracısız dua etmemizi istemiştir. Buna rağmen kendimizi aşağı görüp aracılarla Allah’a ulaşmaya çalışıyorsak övüp üstün tuttuğumuz aracı kimse bizim putumuzdur!
    – Ev işini hayatının merkezinde gören, en aksatmadan ve heyecanla yaptığı iş temizlik olan, kendi evinin temizliğiyle övünüp/yerinen, komşusunu evinin temizliğine göre övüp/yeren ev hanımının putu ev işidir!
    – Okuduğu bölüme delicesine bağlı olup başarısıyla kendini üstün görüp başarısızlığında küçümseyen öğrencinin putu bölümüdür.
    – Her kim olursa olsun, o olmadan yaşayamayacağına inanan, o kişiyle olan ilişkisini kutsal görüp bağımlı hale gelen kişinin putu en sevdiğidir.
    – Allah rızasıyla da gelmiş olsa bulunduğu mevki ve makama aşırı düşkün olan, koltuğu sarsılsa hayatının bir anda darmaduman olacağına inanan kişinin putu koltuk sevdasıdır.
    – Kendini güzelliğiyle üstün gören genç kızın putu kendi bedeni, aksine kendini çirkinliğiyle aşağılayan ve güzel insanları üstün gören genç kızın putu güzelliğine imrendiği kişilerdir.
    – Yetenekleri ve çalışmalarıyla kendini büyüttükçe büyüten bu yeteneklere sahip olmayan insanları yok sayan kişinin putu becerileridir.
    – Hayatı boyunca Allah’a ve İslam davasına göstermesi gereken sevgi, gayret ve teslimiyeti başka bir fikir veya ideolojiye harcayan, hayatının merkezinde bu düşünceleri konumlandıran ve İslam dışı olsa da bu ideolojinin desteklediği faaliyetleri gönülden yapan kişinin putu ideolojisidir.
    – Kendini eşinden sürekli olarak üstün gören kişinin putu kendisi, sürekli olarak eşini üstün tutan kişinin putu eşidir.
    – Son derece bağlı olduğu gelenek ve göreneklerinden bir an için bile şaşmayan, adetleri yerine getirme telaşındayken namaz kılmayı dahi unutan kişinin putu örfüdür.
    – Sosyal çevresine aşırı düşkün, hayatını onların düşünce ve beğenisine göre organize ederken Allah rızasını ikinci plana atan kişinin putu çok sevdiği dostlarıdır.
    – Çocuğunun kendisinden soğuyacağını düşünüp ona İslam’ı hiç anlatmayan sürekli onun konforunu düşünen anne veya babanın putu çocuklarıdır.
    – Zamanının çoğunu yiyip içmekle geçiren kişinin putu yiyecek ve içeceklerken; sağlıklı kalmak için sürekli olarak ne yiyip içeceğini planlayan kişinin putu aşırı önemsediği sağlığıdır.
    – Annesinin aldığı şalın, çok sevdiği dostunun hediye ettiği kalemin, yanından hiç ayırmadığı doğal taşın kendine uğur getireceğine inanan kişinin putu medet umduğu cansız metaryallerdir.
    – Allah’ın izni ve yardımıyla gerçekleşen doğa olaylarını doğadan görüp ona aşırı bağlı olan kişinin putu doğadır.
    – Girdiğimiz herhangi bir ortamda Allah’ı hatırlatmamız gereken giyim, duruş ve davranışlara sahip olmamız gerekirken herhangi bir çıkar veya haz için başka hedeflerle giyinip hareket ettiğimiz isteklerimiz putumuzdur.
    – Allah’ın izni olmadığı sürece kendisine zarar veremeyecek olan herhangi bir kişi veya varlıktan ölesiye korkan, bu nedenle onun isteklerine göre hareket eden kişinin putu korktuğudur.
    Tüm bunlar ve sayamadığım daha birçok put… Yaşam boyunca kendimizi şirkten korumak ve kurtarmak için ne gibi somut faaliyetler yapıyoruz bunları baştan sorgulamak gerek! “Yok hayır ne alakası var benim kalbim temiz” diyorsanız Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmeyip sürekli olarak arkasına sığındığınız ve temiz olduğunu iddia ettiğiniz kalbiniz sizin putunuzdur.
    Selametle.

Sebahat için bir cevap yazın İptal Et